You are here

Devrimci Marksizm 60

Bu sayı

Dergimizin 60. sayısı, Siyonist İsrail rejiminin ABD emperyalizminin desteğiyle 12 Haziran 2025’te İran’a karşı açtığı savaşın hemen ertesinde yayımlanıyor. Bu yazı yazılırken 24 Haziran’da ilan edilen ateşkes yürürlükteydi ama bunun ne kadar süreceği belirsiz. Kesin olan tek şey ABD emperyalizminin –NATO çatısı altındaki müttefikleri ve Siyonist rejim ile birlikte– dünyanın her yanında savaşlar çıkarmaya, ateş ve ölüm saçmaya devam edecek olması. Devrimci Marksizm’i yayımlayan siyasi gelenek, bu gerçeği on yıllardır her fırsatta vurguluyor. Sosyalist hareketin ve Kürt hareketinin önemli bölümü 1990’lı yıllarda ve 2000’lerin başında liberal “küreselleşme” masallarıyla oyalanır, ulus devletlerin ve büyük çaplı savaşların geride kaldığına, kapitalizmin büyük çaplı krizlerinin aşılmış olduğuna inanırken, o dönemde Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız Sosyalizm gazetesi ile Sınıf Bilinci teorik-politik dergisinde bu tezlerin tam aksini savunmuştuk. 11 Eylül 2001 saldırıları ve Afganistan’ın işgalinin ertesinde, henüz Irak işgal edilmemişken yayın hayatına başlayan İşçi Mücadelesi dergisi, Ocak-Şubat 2002 tarihli ilk sayısının kapağında “Sürekli Savaşa Karşı Sürekli Devrim” diyordu. Aynı sayıda yayımlanan dünya durumu üzerine tezlerde emperyalizmin ve Siyonizmin Ortadoğu’daki saldırılarının on yıllara yayılarak genişleyeceği öngörülmüştü. Bunun da ötesine geçerek, ABD emperyalizminin Çin ve Rusya’yı kuşatmaya yöneldiğini, bu çerçevede Balkanlar’dan Çin’e uzanan geniş bir coğrafyada “Avrasya Savaşları” olarak nitelendirilebilecek bir sürecin başladığı genel tespitini yapmıştık. 

Nihayet, 1 Mayıs 2006’da ilk sayısını yayımlayan teorik-politik dergimiz Devrimci Marksizm ile Temmuz 2009’dan beri aylık olarak yayımlanan Gerçek gazetesi, dünyanın en büyük yatırım bankalarından Lehman Brothers’ın 15 Eylül 2008 tarihinde iflasının hemen ertesinde kapitalist dünya ekonomisinin üçüncü büyük depresyonunun başladığını erken bir aşamada tespit etmişti. Bu tespitten hareketle, önceki iki depresyona (1873-96 ve 1929-40/48) benzer biçimde, bu yeni depresyonun da işçi sınıfına karşı büyük bir sermaye saldırısına, faşist hareketlerin dünya çapında yükselişine ve çok sayıda yeni savaşa gebe olduğunu, dahası, üçüncü dünya savaşı tehlikesinin her geçen gün arttığını sürekli olarak vurguladık. NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişlemesinin neticesinde Şubat 2022’de başlayan ve halen devam eden Ukrayna Savaşı ile ABD emperyalizminin Çin’e karşı peş peşe devreye soktuğu ekonomik yaptırımlar – örneğin fiilî ambargo niteliğindeki çip kısıtlamaları– ile Tayvan ve Güney Çin Denizi’nde Çin’e karşı yaptığı askerî hazırlıklar ve provokasyonlar, yeni bir dünya savaşının ön habercileridir. Filistin direniş örgütlerinin 7 Ekim 2023’teki saldırısının ertesinde İsrail’in Gazze’de Filistin ulusuna karşı başlattığı ve halen sürdürdüğü soykırım, buna paralel olarak Suriye’den Lübnan’a, Yemen’e ve nihayet bugün İran’a uzanan emperyalist-Siyonist savaşlar, bu sürekli savaş sürecinin önemli birer halkasıdır. 

Türkiye işçi sınıfının ve genel olarak da uluslararası proletaryanın sürekli savaşları sona erdirmek ve dünya savaşı tehlikesini bertaraf etmek için sürekli devrim stratejisini uygulamaktan başka çaresinin olmadığını, tekil ülkelerde komünist partileri ile onların birleşmesiyle kurulacak yeni bir dünya komünist partisinin – yani Enternasyonal’in– bu stratejiyi uygulamak bakımından temel araçlar olduğunu öteden beri ısrarla vurguluyoruz. Sürekli devrim stratejisi, işçi sınıfının sermayeye karşı ulusal ve uluslararası mücadeleleri ile emperyalizme karşı mücadelelerin ve savaşların dünya devrimi hedefi doğrultusunda birleştirilmesi anlamına gelir. Bu sayımızın arka kapağında alıntıladığımız devrimci Marksizmin önemli metinlerinde vurgulandığı gibi, emperyalizm ile ona karşı mücadele eden hareketler ve devletler arasında tarafsızlık politikası izlemek, pratikte emperyalizmin yanında olmak anlamına gelen, Marksizmle uzaktan yakından alakası olmayan, oportünist bir tutumdur. Komünistler, emperyalizme karşı mücadelelere her türden yöntemi kullanarak destek verirler. Komünistlerin görevi, bu anti-emperyalist mücadelelerin önderliğini ele almak ve bunları tekil ülkelerde proleter devrimleriyle ve nihayetinde bir sosyalist dünya devrimi ile birleştirmektir. 

Bu sayımızın ilk iki yazısı olarak Devrimci İşçi Partisi’nin İran’a karşı açılan savaş hakkında yayımladığı iki bildiriyi yeniden yayımlıyoruz. Bu bildiriler, yukarıda çizilen tablonun pratik siyasete tercümesi olarak okunmalıdır.   

Yeni sayımız Kürt ulusunun hürriyet mücadelesi tarihinin kritik bir aşamasında çıkıyor. Kürt hareketi tarafından “barış ve demokratik toplum”, AKP-MHP ortaklığındaki mevcut istibdad rejiminin ise “terörsüz Türkiye” olarak adlandırdığı, PKK’nin tasfiyesini içeren yeni sürece dair Devrimci Marksizm Yayın Kurulu’nun görüşlerini ortaya koyan bir açıklamayı bu sayının üçüncü yazısı olarak yayımlıyoruz. Yayın Kurulumuz, açıklamasında bu açılımın Türkiye burjuvazisinin sömürgeci hedeflerini gerçekleştirmeyi önüne koyan bir petrol açılımı olduğunu söylüyor, sürecin gizli diplomasi ile yürütülmesinin ezilen Kürt halkının da Türk işçi ve emekçilerinin de çıkarlarına aykırı olduğunu vurguluyor. Kürt sorununun çözümüne dair ortada hiçbir şeyin olmadığını hatırlatan açıklama, demokratik hakların verilmesi gibi konuların yeni bir anayasa yapımına bağlanmasının da istibdadın bir süredir peşinde koştuğu yeni anayasa arayışının aslında bölgede sömürgeci maceralara katılmak için dar gelmeye başlayan eski anayasanın terk edilmesi sürecinin bir parçası olduğu için işçi sınıfı açısından önemli riskler barındırdığını söylüyor. Açıklamada ayrıca PKK lideri Öcalan’ın örgütün kongresine yolladığı “Perspektif” başlıklı metinde ileri sürdüğü anti-Marksist ve postmodern tezler eleştirilirken, Marksizmin ulusal sorunun çözümünde ileri sürdüğü çerçevenin üstünlüğüne dikkat çekiliyor.

Bu sayımızın dördüncü yazısında Özdeniz Pektaş yoldaşımız, Judith Butler’ın Cinsiyet Belası başlığını taşıyan ve queer teorisinin kaynağı olan kitabını topa tutuyor. Bu yazının bağlamını ve önemini anlamak için biraz geriye gitmek zorundayız. Devrimci Marksizm’in bir önceki Güz-Kış 2024 tarihli 58-59. sayısında “Karaburun Bilim Kongresi’ndeki Tartışmalara Dair” başlıklı, Yayın Kurulu imzalı bir yazı yayımlandı. Bu yazı aslında geçtiğimiz Eylül ayında düzenlenen 18. Karaburun Bilim Kongresi’nde dergi kolektifimizin üyesi Armağan Tulunay yoldaşımız tarafından yapılmış olan bir konuşmanın metniydi. Konuşmanın konusu kongre öncesinde Düzenleme Kurulu bağrında yaşanan ve sert bir kamplaşma ve kopuş ile sonuçlanan tartışmadan Düzenleme Kurulu’nun çıkardığı sonuçlardı. Düzenleme Kurulu, tartışmaya ilişkin yayınladığı bildiride bundan böyle feminizme ve LGBTİ+ kavramlaştırmasına karşı çıkılmasını yasaklamaya kalkışıyordu.

Devrimci Marksizm Yayın Kurulu imzalı açıklama ise feminizmin ve LGBTİ+ teorik çerçevesinin son 30 yıldır postmodernizmin hâkimiyetinde geliştiğini, postmodernizmin kendisinin Marksizme bir taarruz olduğunu, dolayısıyla dergimizin postmodern teorik-ideolojik çerçeveye karşı mücadele etmekte kararlı olduğunu ileri sürüyor ve ekliyordu: “Bu mücadele çerçevesinde retorik sanatının bütün araçlarını kullanmaktan da geri durmayız. Teşhir etmek gerekiyorsa teşhir ederiz, ironi yapmak gerekiyorsa ironi yaparız, alay etmek gerekiyorsa alay ederiz.”

Özdeniz Pektaş’ın yazısı bütün bunları büyük bir ustalıkla yapıyor. Yazının bu tartışmada benzersiz bir yer tuttuğunu, bu bakımdan uluslararası literatüre ciddi bir katkı olduğunu vurgulamalıyız. Türkiye’de ve izleyebildiğimiz kadarıyla dünyada, genel olarak postmodernizm, özel olarak da queer teorisi konusunda soldan yapılan eleştiriler çoğunlukla iki nokta üzerinde odaklanmıştır. Postmodernizme karşı eleştirel literatür, bir yanıyla postmodernist düşünürlerin bilim düşmanı, aşırı kuşkucu, fanilerce anlaşılması çoğu zaman mümkün olmayan kendine özgü bir dil ve üslupla çalışmasını eleştirir; bir yanıyla da postmodernizmin “kimlik politikası”nın Marksizmin ortaya koyduğu ve 21. yüzyıl dünyasındaki gelişmelerin de hâlâ doğrulamakta olduğu sınıf mücadeleleri sorununa kayıtsız kalmak anlamına geldiğini teşhir eder.

Özdeniz Pektaş, keşfedilmemiş topraklara giriyor. Yazısı queer teorisine en derin temelleri ve mantığı bakımından itiraz ediyor. Biyolojik bir varlık olan insanın tür olarak yeniden üretiminden soyutlanmış bir cinsiyet/toplumsal cinsiyet tartışması yapılamayacağı tezini odak noktasına alıyor. Bütünüyle “beyana bağlı” olduğu ileri sürülen toplumsal cinsiyetler teorisinin en ileri türden bir felsefi idealizmin bulutumsu irtifaında serbest dolaştığını ortaya koyuyor. Pektaş, solu yeniden materyalizmin, ayağını sağlam biçimde toprağa, doğaya, bir doğal varlık olarak insana basan gerçekçiliğine çağırıyor. Bunu yaparken mizahı üslubunun ayrılmaz bir parçası olarak kullanıyor. Bu, Pektaş’ın yalnızca teorik hasmına saldırmak için yazı üslubunun değişik olanaklarını kullanma çabasına girişmesinden kaynaklanmıyor. Yazar bu alaycılığın kaynağının aslında bizatihi queer teorisinin yol açtığı sonuçların absürt karakteri olduğunu okura da anlatma çabası içinde. Kısacası, bu yazı diyalektik materyalizm ile Eugène Ionesco’nun Gergedanlar’ı tarzında bir kurgunun mutlu evliliği olarak okunabilir. Sonuç, queer teorisine kolay kolay savuşturamayacağı bir reddiyedir.

Okurumuz bu yazıyı okurken şu ayrıntıya dikkat etmelidir: Yazar, eşcinsellik, biseksüellik, transseksüellik türü, maddi dünyaya ait, insanlık tarihi kadar eski cinsel yönelimleri/eğilimleri ya da yaşam tarzlarını yadsımıyor. Makalenin hedefi, insanları, felsefi anlamda idealist ve nominalist bir taksonomiye tutsak etmeye çalışan, orijinalitesi kendinden menkul, söz konusu düşünsel tuzaktır. Yazının Trump’ın tutumunu reddeden bir pasajla sona ermesi bunun açık bir ifadesidir.

Bu sayının beşinci yazısı Burak Saygan’a ait. Saygan, Avrupa Birliği konulu yazısında, Trump iktidarı sonrası yaşanan Türkiye-AB yakınlaşması ile bir kez daha ülkemiz gündeminde de yoğun bir yer tutan bu emperyalist örgütü inceliyor. Avrupa Birliği’nin hülyalı gözlerle bakılacak büyük bir demokrasi projesi değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD ve SSCB’nin yükselişi karşısında tutunacak bir dal arayan Avrupa’nın bir savunma hamlesi olduğunun altını çizen yazı, özellikle bu emperyalist örgütün sömürgecilikle olan ilişkisinin şeceresini çıkarıyor. Sonrasında Avrupa faşizmi ile Avrupa Birliği arasındaki uzlaşmanın anlamını tartışıp, Ukrayna’dan Filistin’e AB’nin kendini içinde bulduğu krizleri ve bunun yaratabileceği sonuçların bir tablosunu sunuyor.

Bu yıl İkinci Dünya Savaşı’nın sona erişinin 80. yılı. Bilindiği gibi, Kızıl Ordu’nun Nazi Almanya’sının ordusunu önüne katarak Berlin’e girdiği 9 Mayıs 1945 tarihi her yıl savaşın sona erdiği gün olarak kutlanır. Bu yıl özellikle anlamlı bir yıl olduğu için kutlamalar daha da güçlü oldu. Bu bağlamda şu soru kaçınılmaz olarak gündeme geliyor: Başka birçok alanda Ekim devriminin mirasına zarar vermiş olduğu saptanmış olan Stalin’in Kızıl Ordu’nun Nazileri yenilgiye uğratmasında oynadığı rol bile onun tarihe olumlu bir miras bıraktığı anlamına gelmez mi? Sungur Savran bu sayıdaki yazısında bu çetrefilli soruna el atıyor. Stalin’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki rolünü genelliği içinde değil (savaşın ilk yıllarındaki Molotov-Ribbentrop Paktı, SSCB’nin bu paktın gölgesinde Doğu Avrupa’da giriştiği askerî faaliyet, Hitler’in 1941 Haziran ayında SSCB’ye saldırısı sonrasında emperyalist “demokrasiler” ile girdiği ittifak, Lenin’in kurduğu Komünist Enternasyonal’in kapatılması, Yalta Konferansı’nda Avrupa’nın paylaşılması vb.), yalnızca Sovyet devletini ve topraklarını Nazilere karşı savunma açısından ele alıyor. Sadece burada, yani Stalin’in sicilinin en parlak gibi göründüğü alanda bile, onun oynadığı rolün ne kadar olumsuz sonuçlar doğurduğunu delilleriyle ortaya koyuyor. 1936-38 döneminin Büyük Temizliği bağlamında başta İç Savaş kahramanları olmak üzere Kızıl Ordu’ya verilen hasar, Hitler’in SSCB’ye saldırmayacağına dair temelsiz imanın hem Avrupa’dan hem Japonya’dan gelen sağlam istihbaratın göz ardı edilmesi ile birleşmesi, bunların sonucu olarak Kızıl Ordu’nun başlangıçta yaşadığı büyük hezimet, savaş sırasında Ekim devriminin Kızıl Ordu’ya verdiği komünist biçimlerin berhava edilmesi ve başka alanlarda gelişen gerici reformlar, savaşın Stalin sayesinde değil ona rağmen kazanıldığını ortaya koyuyor. Nazilere karşı 27 milyon asker ve sivil kayıp verilerek kazanılan zaferin esas kahramanını yazar yazısının sonunda açıklıyor.

Emre Bayır bu sayımızda Murat Özveri’nin Bireysel İş İlişkileri Açısından Türkiye İşçi Hukuku başlıklı çalışmasını inceliyor ve işçi sınıfının gündemini oluşturan birçok önemli konuyu Özveri’nin çalışmasıyla bağlantılı şekilde ele alıyor. İş hukukunun tarihini ve bugünkü içeriğini bilmek Marksistler için birçok açıdan önemli. Özveri 1900 sayfayı aşan çalışmasında iş hukukunu tarihsel gelişimi içinde incelerken onun sınıf mücadeleleriyle olan ilişkisini berrak biçimde ortaya seriyor, Türkiye’deki iş hukukunun bugünkü durumunu ve işçi sınıfı açısından en hayati gündem maddelerini ayrıntılarıyla okuruna aktarıyor. Emre Bayır’a göre iş hukukunu kendi lehine şekillendirmeye çalışan burjuvaziye karşı kapsamlı bir itiraz niteliği taşıyan bu kitap sınıf mücadelesinin hukuk alanındaki yansımasını ustaca gösteriyor.

Ahmet Bulut Tamgörgü, “İktisat Tarihi, Bir Roman, Bir Film: Silone’nin Fontamara’sı ve Bertolucci’nin Novecento’sunda İtalyan Faşizminin Yükselişi” başlıklı yazısında, faşizmin yükselişinin nedenlerini öncelikle iktisadi alanda aramak gerektiği görüşünü öne sürüyor. İtalya’da bugün iktidarda bulunan ve giderek diğer Avrupa Birliği ülkelerinde de etkisini artıran faşist ve ön-faşist hareketlerin yükselişini, konusu Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde geçen bir roman ve bir film üzerinden karşılaştırmalı biçimde inceliyor ve özellikle 2008 yılında patlak veren üçüncü büyük depresyonun faşizmin ve ön-faşizmin yükselişindeki rolüne vurgu yapıyor. Bu karşılaştırma doğrultusunda, İtalya’da ihracata dayalı büyük perakende zincirlerine konserve ürün tedarik eden, üretim maliyetlerini düşürmek için göçmen emeği ve mafya tipi emek disiplini yöntemlerini kullanan tarımsal üreticiliğin ekonomik yapısını inceliyor. Her iki dönemde ekonomik kriz ile birlikte ortaya çıkan faşizmi, benzerlikleri ve farklılıklarıyla tartışmayı amaçlıyor.

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle…