You are here
Devrimci Marksizm 61
Bu sayı
Devrimci Marksizm yeni sayısıyla okurlarının karşısında. Bir önceki sayımız İsrail’in hedeflediği bölgesel savaşın girizgâhı olan 12 Gün Savaşı’nın hemen ardından basılmıştı. Bu sırada Filistin direnişini teslim almayı amaçlayan Trump planı henüz devrede değildi. Yine aynı günlerde Türkiye’de yarı-askerî rejimin Batı Asya’da (Ortadoğu) İran’dan boşalan etki alanlarını Türkiye burjuvazisinin sömürgeci çıkarları temelinde doldurma planı, “terörsüz Türkiye” ambalajında yola çıkmış ve belirli bir mesafe katetmiş bulunuyordu, diğer yandan da istibdad ana muhalefeti belediyeler üzerinden düzenlediği operasyonlarla sıkıştırıyordu. Tüm bunların arka planındaysa, istibdadın işçi ve emekçileri hedef alan Orta Vadeli Program saldırısı aralıksız bir şekilde, üstelik CHP yönetiminin ve aslında tüm burjuva muhalefetinin bazen örtük bazen açık desteğiyle sürmekteydi.
Filistin halkını hedef alan Siyonist mezalim Haziran’dan bu yana devam ediyor. Bir farkla ki, Siyonist soykırımın her gün yüzlerce insanın ölüm haberlerini aldığımız kitlesel kırım aşaması Ekim ayında Trump’ın ortaya attığı ve daha sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından da onaylanan bir ateşkes ile şimdilik geride kaldı. Türkiye’deki yarı-askerî rejimin de desteğini alan bu girişim, Filistin devletinin kurulmasına dair hiçbir güvence içermediği gibi, Trump başkanlığında bir geçiş yönetimi oluşturulmasını ve uluslararası bir askerî gücün Gazze’ye yerleşmesini içeriyor. Filistin direniş örgütlerinin sert tepki gösterdiği plan, Filistin’de Siyonist işgalin sürmesinin teminatı gibi. Üstelik görevleri arasında “insan hareketliliğinin düzenlenmesi” gibi, etnik arındırmanın belki de hızlanarak devam edeceği kuşkusu doğuran bir madde de var. Öte yandan, Filistinlilerin silahlarını nasıl ve hangi aşamada bırakacakları, direnişin nasıl silahsızlandırılacağı tartışılırken, İsrail ordusu Gazze’de canının istediği gibi, türlü bahaneler ileri sürerek yeni saldırılarla ve yardım girişlerini zorlaştırmayı sürdürerek insan öldürmeye devam ediyor.
Silahsızlandırma meselesi sadece Gazze ile sınırlı değil. Batı Şeria, Lübnan, Suriye ve elbette İran ile ilgili gündem tüm bu coğrafyaların İsrail’in ve emperyalizmin çıkarları doğrultusunda silahsızlandırılması. Silahsızlandırma Gazze’de tünel altyapısının imhası ve roket tesislerinin ortadan kaldırılması üzerinden konuşulurken, söz konusu İran olduğunda Siyonistlerin ve emperyalistlerin ana hedefi ülkenin nükleer silah üretecek kapasiteye asla sahip olmaması. Sayılan coğrafyalarda Siyonizm ve emperyalizm ile çelişkiler yaşayan örgütlerden hiçbiri bu tür bir silahsızlanma programını kabul etmemekte. Bu durum dahi sadece Filistin’le sınırlı olmayan bölgesel bir savaşın dinamiklerini diri tutuyor.
Öte yandan, Filistin meselesinin sadece Filistin’le ilgili olmadığını, Filistin’in sömürgeleştirilmesinin emperyalizmin Rusya ve Çin’e yönelik genel stratejisinin bir parçası olduğunu daha önceleri vurguladık. Geçtiğimiz günlerde Orta Asya ülkelerinin liderlerinin Beyaz Saray’a yaptıkları ziyaret sırasında Kazakistan’ın İbrahimî anlaşmalara dâhil olduğunun açıklanması bu anlamda yeni ve güçlü kanıt oldu. Sadece Kazakistan değil elbette, Trump planına destek veren Türkiye ve Katar’dan tutun, geçtiğimiz günlerde Trump ile görüşerek vereceği destek karşılığında güvenceler talep eden Suudî Arabistan’dan İsrail’in yeni müttefiki Azerbaycan’a, hatta HTŞ yönetimindeki Suriye’ye kadar tüm unsurlar, Rusya-Çin ikilisini güneyden askerî bir kuşatmaya tabi tutmayı, Çin’in Kuşak ve Yol projesine Batı Asya’da engeller çıkarmayı ve buna rakip bir rotayı Hindistan ve İsrail üzerinden Avrupa’ya ulaştırmayı amaçlayan emperyalizmin yanında konumlanıyor, Batı Asya’da saflar giderek netleşiyor.
Trump 2025 Kasımı’nda Ukrayna savaşını Avrupalı müttefiklerini çok memnun etmeyecek bir anlaşma ile bitirme girişimlerini de hızlanırdı. Bu müdahale, ABD başkanının Çin karşısında Rusya’yı tarafsızlaştırma seçeneğini de alternatifler sepetine koyabilmesi açısından önemli. Aslı hedefin ise Çin olduğu açık. Trump Çin’i özellikle ticari/teknolojik ambargolar yoluyla sıkıştırma politikasını –zaman zaman geri adım atsa da– sürdürüyor. ABD emperyalizmi ve İndo-Pasifik bölgesi kıyılarına erişimi olan çok sayıda müttefiki Çin’i Güney Çin Denizi’nde sıkıştırma planlarına sadıklar. Tayvan’a bir hava savunma sisteminin kurulacağı söylentileri ve ABD’nin Afganistan’da eskiden kullandığı bir üssü yeniden açma girişimlerine Japonya Başbakanı Takaichi’nin, Çin’in Tayvan’a saldırması durumunda ülkesinin askerî olarak tepki vereceğini açıkça söyleyerek Çin’i tehdit etmesi izledi.
ABD emperyalizmi bir yandan da Venezuela açıklarına savaş gemileri göndererek bu ülkeyi ve –aslında tüm kıtayı– doğrudan askerî müdahale ile tehdit etmekte. Venezuela iki nedenden dolayı emperyalizmin hedefinde. İlki, sahip olduğu petrol rezervleri, ikincisi ise emperyalist saldırganlık karşısında Rusya ve Çin “kampı”nda yer alması. Trump, Venezuela’yı mağlup ederek Çin ve Rusya’nın Latin Amerika’daki gücünü kırmayı hedefliyor..
Avrupa emperyalizminin cüzlerini oluşturan devletler, özellikle de Almanya ve Fransa ise, esas hedefin muhtemelen Rusya olacağı muhtemel bir üçüncü dünya savaşı için silahlanma hızını arttırıyor ve savaş bütçelerini genişletiyor. Son iki aydır kıtadan önce zorunlu askerlik sistemlerine dönüş, bu tutmayınca da gönüllü askerliğe çağrı haberleri gelmekte. Avrupa’da önceki sayılarımızda işaret ettiğimiz ön faşizmin yükselişine militarizmin de yükselişi eşlik ediyor.
Elbette genel manzara yalnızca bunlardan ibaret değil. Abluka ve katliama karşı direnen Filistin halkından, onunla dayanışmak için yola çıkan Sumûd ve diğer filolara, ya da İsrail’e silah sevkiyatının durdurulması ve hükümetin İsrail ile işbirliğini sonlandırması için genel greve çıkan İtalyan işçilerine ve gençliğine; Eylül ayında tarihinin en büyük anti-Siyonist eylemine tanıklık eden Almanya’dan Bangladeş’teki ayaklanmalara; kemer sıkma planına grev ve gösterilerle cevap veren Fransız işçilerinden, Batı Afrika’daki Sahil bölgesinden sonra Fas ve Madagaskar’daki mücadelelerle ayağa kalkan Afrika gençliğine, önümüzdeki yıllar için umutlarımızı yeşerten yükselişler de mevcut. Son olarak Mamdani’nin Trump’ın tehditlerine rağmen New York belediye başkanlığına seçilmesi, hem dünya çapında emekçi halklara tebelleş olmuş bir ön-faşist olan Trump’ın kendi evinde aslında çok kırılgan bir siyasî hatta ilerlediğini göstermesi, hem de Mamdani’nin seçim programının sınıfsal talepleri içermesi ve böylece ön faşizmin panzehrinin sınıf mücadelesini ortaya koyan bir program olduğunu göstermesi bakımından çok önemli. Geçerken, Mamdani’nin işçi sınıfının taleplerini öne çıkaran siyasetinin kendisinin ne yazık ki bir sınıf siyaseti örneği olmadığını ve politikasının genel anlamda merkezine oturan kimlik siyasetinin onun zayıf karnı olduğunu da belirtelim.
Türkiye’de ise iç politika dış gelişmelerle büyük bir koşutluk içinde ilerlemekte. Tüm burjuva fraksiyonlarının üzerinde ittifak ettiği Orta Vadeli Program, siyasî gelişmelerin sıcak anaforunun dışında, derinden ve kararlı bir şekilde işçi sınıfının ve emekçi halkın canına okumayı sürdürüyor. Yakın zamanda, 2024 yılında dolar milyoneri en fazla artan ülkenin Türkiye olduğu duyurulduğunda kimse şaşırmamıştı. Ülkenin resmî kurumlarının verilerine göre 25 milyon kişinin yoksulluk koşullarında yaşadığı bir ekonomi için büyük başarı! Ülkenin ana akım medyasına bakarsanız savunma sanayii dünyaya parmak ısırtıyor. Fakat aynı ülke temmuz ayında asgarî ücrete zam yapamıyor. Önümüzdeki dönemde istibdad işçi sınıfına bu kez de Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi adı altında kıdem tazminatının tırnakları sökmek amacıyla yeni bir saldırıya hazırlanıyor. Bu koşullar altında memleket istibdadın panzehri sınıf mücadelesi açısından önemli bir karşılaşmaya hazırlanıyor. MESS Grup Toplu İş Sözleşmesi 150 bin metal işçisini ilgilendiriyor. Birleşik Metal İş sendikasının bir önceki sözleşme dönemindeki hazırlıkları metal işçilerinin greve iki gün kala önemli kazanımlarla masadan kalkması sonucunu doğurmuştu. Bu yıl içerisinde de tüm olumsuz koşullara karşın örneğin Petrol-İş sendikası pek çok iyi sözleşme yapabildi. Şimdi sıra, daha önceleri istibdadın grev yasaklarını yırtıp atan metal işçilerinde. Metal patronlarının son dönemde ileri sürdüğü “işler kötüye gidiyor” iddialarına ve ağlamayla karışık tehditlerine pabuç bırakmayacaklarına eminiz. Öte yandan, MESS muharebesinin hemen öncesinde Gebze’de başlayan Smart Solar grevi, Birleşik Metal’in buradaki örgütlenmesi için bir nev’i açma-germe antrenmanı oluyor. Sınıf siyaseti ısınıyor.
Bu sayımızın ilk yazısında da Levent Dölek, Türkiye politikasını merkezine alan “Yarı askerî rejimin yapısı ve çelişkileri” başlıklı yazısında Türkiye’deki rejimin değerlendirilmesi ve tanımlanması sorununda “tek adam rejimi”, “saray rejimi”, “faşizm” ve “bonapartizm” gibi etiketlendirmelerin gerçekliği yansıtmadığını, doğru tanımlamanın “yarı askerî rejim” olduğunu ortaya koyuyor. Yazıdaki analiz çerçevesinde popüler siyasal dildeki “tek adam”, gücünü asker, polis ve paramiliter grup ve fraksiyonlardan alan adamlar içindeki “bir adam” olarak karşımıza çıkıyor. Levent Dölek bu yaklaşımını yakın tarihi ve güncel siyasal gelişmeleri ele alarak ve Marksist yöntemi kullanarak “yarı askerî rejimi”, yapısal özelliklerini ve iç çelişkilerini ele alarak gerekçelendiriyor. Rejimin yapısını doğru tanımlamak, baskıcı ve keyfî istibdad uygulamalarının sınıfsal ve siyasal temellerini ortaya koymak, burjuva siyasetinin solda yarattığı çekim alanından kurtulmak ve bağımsız bir sınıf siyaseti izlemek açısından son derece önemli bir zemin sunuyor.
Bu yıl Türkiye’de cumhuriyet kurulduktan sonra yaşanan ilk büyük Kürt ayaklanmasının 100. yıldönümü. Devrimci Marksizm dergisi olarak Kış-Bahar 2020 tarihini taşıyan 41-42. çift sayımızdan beri bu toprakların tarihinde büyük bir sınıf mücadelesini temsil eden Millî Mücadele’yi ve cumhuriyetin kuruluşunu dikkatle izliyor, yaşanmış büyük tarihî olayların 100. yıldönümünde çeşitli yazarlarımızın yazılarıyla bu çok önemli tarihî zaman diliminde yaşanan olaylara Marksist bir ışık tutmaya çaba gösteriyoruz. Ama bugüne kadar ezilen Kürt halkının aynı dönemde yaşadığı süreçleri, isyanlarını, ayaklanmalarını, Millî Mücadele ile bağlarını, yaşanan burjuva devrimiyle ilişkilerini, cumhuriyet karşısındaki tutumunu ele almadık, alamadık. İşte şimdi tam da Şeyh Said ayaklanmasının 100. yıldönümünde Devrimci Marksizm olarak bu konuya giriyoruz.
Bunun, içinden geçtiğimiz dönemde ezilen bir ulusun kurtuluşu mücadelesinin alışılmış kalıplarının tamamen dışında, uluslararası politikanın, emperyalizmin ve Siyonizm’in manipülasyonlarının çarpıttığı bir aynada gelişmekte olan Kürt sorununa yeniden ciddiyetle, hak ettiği şekilde yapılması mücadelenin tarihinin de iyi bilinmesine bağlıdır. Ezilen ulusun içinden, bir yanardağın derinlerinden patlayıp gelen lavlara benzer tarzda kaynaklanan isyanların, ayaklanmaların incelenmesini, devrimci bir Marksizm’in kaçınılmaz bir görevinin yerine getirilmesi olarak görüyoruz. Üstelik Kürt ayaklanmalarına ilişkin dosyamızda sadece Alp Yücel Kaya yoldaşımızın Şeyh Said İsyanı’nı (1925) ele alan yazısının değil, beraberinde dergimizde ilk kez yazan Mahir Şadioğlu arkadaşımızın Ağrı İsyanı’na (1930) ilişkin değerlendirmesinin de yer alması dosyanın derinliğini daha da arttırıyor.
Aslında Kürt sorunu Devrimci Marksizm dergisine hiç yabancı değildir. Dergi daha ilk çıkmaya başladığı dönemde “Çar Hawar” üst başlığıyla bir yazı dizisine başlamıştı. Bu yazı dizisinin konusu, dizinin ilk yazısının (sayı 3, Mart 2007) başlığının devamında yazıldığı gibi “Kürdistan’da İsyan ve Özgürlük Geleneğinin/Politik Örgütlenmelerinin Kısa Tarihi” olarak tanımlanıyordu. Dizinin yazarı dergimizin o gün de, bugün de sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü olan Şiar Rişvanoğlu idi. Derginin Kış 2009-2010 tarihli 10-11. çift sayısında ise yazı dizisinin ikinci kısmı “İnkâr ve İmhanın Tarihi” alt başlığı ile yer aldı, sonrasında Devrimci Marksizm Kürt sorununa Türkiye’nin ve Batı Asya coğrafyasının en önemli konularından biri olarak eğilmeye devam etti. Gerek Kürt halkının ezilmesi ve mücadelesi, gerekse daha genel olarak ulusal sorun birçok sayımızda çeşitli yazılarımızın konusu oldu.
Bunlar arasında 2014 yılının sonunda yayınlanan 21-22. çift sayımızda yer alan Kürt sorunu dosyasının ilk yazısı, Devrimci Marksizm Yayın Kurulu imzasını taşıyan “1984-2014 Kürt Savaşı’nın 30 Yılı” başlıklı yazı, bütün bir tarihçeyi kuşbakışı taraması ve dergiyi yayınlayanların ortak görüşünü temsil etmesi bakımından özellikle önemlidir. Burada bu yazının sonunda yer alan ve “Devrimci Marksistlerin Politikası” başlığını taşıyan bölümden birkaç paragrafı alıntılamanın yararlı olacağını düşünüyoruz:
Devrimci Marksist politika enternasyonalizmi ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile bir ve iç içe ele alır. Dolayısıyla, Türkiye’nin ezen ulusunun devrimci Marksistleri için de ezilen bir ulus olarak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı başta olmak üzere bütün ulusal hakları tartışmasız şekilde desteklenmesi gereken haklardır.
Ancak, ezilen ulusun haklarını desteklemek başka şeydir, politikalarını desteklemek başka şey. Komintern’den bu yana devrimci Marksistler ancak devrimci ulusal hareketleri desteklerler. Bir ulusal hareketin politikası emperyalizmle işbirliğini bir olasılık olarak gündeme getirmeye, işçi sınıfının düşmanlarına destek vermeye veya en azından hayırhah yaklaşmaya, kendi ezilen ulusunun içinde burjuvazinin çıkarlarını savunmaya başladı mı, o hareket devrimci ulusal hareket karakterini yitirmeye başlamış demektir. Devrimci Marksistlerin bu durumda görevi, ezilen ulusun Marksistlerini ve devrimci ulusal yaklaşıma sahip unsurlarını yoldaşça uyarmak, ama politikasını hareketin çizgisinden bağımsız biçimde belirlemektir. (…)
Devrimci Marksistler Kürt halkının bütün haklarına sahip çıkarlar. Ama Tayyip Erdoğan’a destek anlamına gelecek her türlü politikanın kararlı olarak karşısında dururlar.
Devrimci Marksistlerin hedefi, Kürt halkının ve Filistin halkının ulusal haklarına kavuştuğu bir bağlamda kurulacak bir Ortadoğu Sosyalist Federasyonu’dur. Proletaryanın iktidarı almadığı hiçbir durumda Ortadoğu halklarının ve özellikle ezilen uluslarının kurtuluşu mümkün olmayacaktır. Bunun için de işçi sınıfı ve müttefiklerinin çıkarlarının hep pusula olmasını uyanık biçimde savunmak, devrimci Marksistlerin vazgeçemeyeceği bir hattır.
Burada dile getirilen politik yaklaşım Devrimci Marksizm dergisinin bugünkü gelişmeler karşısında benimsediği tutuma da ışık tutmaktadır. Üstelik bugün 2013-2015 “açılımı”ndan farklı olarak emperyalizm pazarlıkların boylu boyunca içindedir, faşizm ise baş aktörlerinden biridir. Devrimci Marksizm dergisi yukarıda genel hatlarıyla dile getirilmiş politikayı bu yüzden daha da vurgulu olarak sürdürmekte ve bugün yaşanan “petrol açılımı”nın, halklarımızı ve emekçi sınıflarımızı emperyalizmin dünyayı içine sürüklemekte olduğu Üçüncü Dünya Savaşı’nın araçları haline getirdiği kanaatini dile getirmektedir. Okurlarımız bu tutumumuzun, dergimizin bir önceki (60.) sayısında Yayın Kurulumuzun imzasıyla yayınlanan “Kürt İşçi, Emekçi ve Aydınlarına Çağrı” başlıklı metinde ifade edilen politik-ideolojik tavra paralel olduğunu da göreceklerdir.
1920’li yıllarda yaşanan Kürt isyan ve ayaklanmalarını tam da bu aşamada ele almanın çok anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Çünkü eğer bugün yaşanan süreç Kürt halkının özgürleşmesine katkıda bulunacak karakterde değilse, bu halkın ezilmesi sorunu hâlâ devam ediyor demektir. Bu sorunun tartışılmasını sürdürmek ve çözümünü devrimci bir politika zemininde gerçekleştirmeye çalışmak için her yönünün Marksist bir bilimsel süzgeçten geçirilmesi ve derinleştirilmesi gereklidir. Devrimci Marksizm dergisi gerek Türk gerek Kürt Marksistlerin bu türden çabalarına daima açık olacaktır.
Üstelik bu sayıdaki dosyamızda yer alan yazılar Kürt sorununun bugüne kadar en çok ihmal edilmiş olan yanına, sınıfsal temellerine çok güçlü bir ışık tutuyor. Bu sınıfsal mercek, gelecekte Kürt sorununun ele alınışını farklılaştırabilecek ana tutamaktır. Bununla Kürtlerin bir halk olarak özgürleşmesi sorununun olmadığını, Kürdistan’ın sadece sınıf mücadeleleri açısından ele alınması gerektiğini ima etmiyoruz elbette. Özgürleşme sorununun doğru çözümünün bulunabilmesi için sınıf sorunuyla iç içe ele alınması gerektiğini belirtmiş oluyoruz. Marksistler tanım gereği enternasyonalisttir. Sorunun sınıfsal temellerde ele alınması çabasında Kürt Marksistlerinin de sesimize ses katacağını umut ediyoruz.
Alp Yücel Kaya ve Mahir Şadioğlu’nun bu sayının açılış dosyasında yer alan, erken Cumhuriyet dönemindeki Kürt isyanlarını sınıf mücadelesi ve mülkiyet ilişkileri üzerinden Marksist bir perspektifle inceleyen yazıları tam da bunu amaçlıyor. “Petrol açılımı” gündemine tarihsel bir müdahalede bulunan bu yazıların ilkinde Alp Yücel Kaya” ‘Yurtta sulh, cihanda sulh!’: Şeyh Said Ayaklanması bağlamında Doğu’da sınıf mücadeleleri, mülkiyet ve hilafet” başlıklı yazısında 1923’e giden yolda yeni bir dünyaya yelken açan burjuva fraksiyonları ile onlara muhalif olarak azınlıkta kalan taşra burjuvazisini ve 1923 sonrasında burjuva sınıflar arasında ortaya çıkan mücadeleyi ele alıyor. Bu bağlamda Kürt burjuvazisinin gelişimine ve Şeyh Said İsyanı’na odaklanıyor. Yazıda ilk önce Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Doğu kırındaki sınıfları, sınıfların dönüşümlerini ve buna bağlı ortaya çıkan sınıf mücadelelerini inceliyor. Sonrasında Millî Mücadele döneminde Türk ve Kürt burjuvazileri arasındaki ilişkileri ele alıyor. Son olarak Türk ve Kürt burjuvazileri arasındaki kopuşu tartışırken, burjuva fraksiyonları arasındaki mücadelenin doruğa çıktığı Şeyh Said ayaklanmasına ve bu bağlamda devrim kanunları, 1924 Anayasası, 1925’te âşarın kaldırılması, 1925 Takrir-i Sûkun Kanunu, 1926 Medeni Kanun ve toplumsal etkilerini tartışıyor.
Mahir Şadioğlu ise erken Cumhuriyet döneminde gerçekleşen iki Kürt isyanına odaklanıyor. Şadioğlu, hem Şeyh Said İsyanı’na hem de Ağrı İsyanı’na sınıf penceresinden bakarken aynı zamanda Azadi ve Hoybun örgütlerinin hangi isimlerden oluştuğunu ele alıyor ve bu isimlerin sınıfsal pozisyonlarını değerlendiriyor. Şadioğlu’nun yazısı tarihsel bağlantılar da içererek Osmanlı Kürdistan’ındaki üretim ilişkilerine dair ipucu veriyor. Bu bağlamda yazı, geç Osmanlı dönemi ile erken Cumhuriyet dönemi arasında bağ kurarak Kürdistan’da burjuvazinin gelişimi ve burjuvazinin isyandaki rollerine ilişkin detaylar veriyor. Son kertede Şadioğlu, isyanların üretim ilişkilerinden ve sınıfsal dinamiklerden ayrı düşünülemeyeceğini ifade ediyor.
Bu yıl, kısa ömürlü olmuş olsa da Türkiye sosyalizminin tarihinde en önemli dergilerden biri olan 11. Tez’in yayınlanmaya başlamasının 40. yıldönümü. Bu dergi birçok bakımdan solda görülen diğer yayınlardan farklı özellikler taşıyor: Kendisine son derecede politik-ideolojik bir misyon biçmiş olduğu halde birbirine epey uzak farklı siyasî çevrelerden aydınlar tarafından birlikte çıkarıldı; pek az sol derginin yayınlandığı, yasal planda hiçbir Marksist derginin olmadığı 12 Eylül döneminde yayına başladı; son derecede gelişkin bir iç tartışma demokrasisi temelinde yayınlandı; birçok dergiden farklı olarak kendi önüne koyduğu görevi yerine tam olarak getirdi, Marksizmi sol liberalizme karşı savundu; bunun yanı sıra çok kaliteli iç tartışmalara da sahne oldu; akademisyenlerle doğrudan devrimci faaliyet içinde olan kadroları bir çatı altında birleştirdi. 11. Tez’in Türkiye solunun son 40 yılında ne kadar önemli bir yeri olduğunun en belirgin işareti, dergi kapandıktan yıllar ve on yıllar sonra, solda yeni çıkan bazı dergilerin tekrar ve tekrar 11. Tez adını kullanmak için eski yayın kurulu üyelerine başvurması olmuştur. Maalesef bu yeni dergiler başarısız olarak çarçabuk kapanmışlardır. Sungur Savran yoldaşımız, bu ayrıksı yayın faaliyetinin en önde gelen mimarlarından biri olarak bu sayımızda 11. Tez deneyiminin çeşitli boyutlarını ele alıyor. Savran’ın hareket noktası, Zümray Kutlu ve (kendisi de başından itibaren 11. Tez Yayın Kurulu üyesi olan) E. Ahmet Tonak’ın derginin Yayın Kurulu’ndan on iki aydın ile 40 yıla yakın bir süre sonra yaptığı bir dizi söyleşinin bir araya getirilmesinden oluşan bir kitap: 11. Tez Dergisi - Liberalizme Karşı Marksizm. Ancak yazı bir kitap değerlendirmesi değil. Yazar kitabı hareket noktası olarak alıyor, sol liberalizm akımını tanımlıyor, bu akımın 12 Eylül’ün Marksizm’e kanlı saldırısı ortamında sol hareket üzerinde nasıl bir tahribat yarattığına değiniyor, solda liberalizme karşı mücadelenin 11. Tez’in 1992’de kapanmasından sonra esas olarak devrimci Marksistlerce sürdürüldüğünü ortaya koyuyor. Yazının özgün yanlarından biri, Marksizmin, her tarihî dönemde farklılaşmakla birlikte belirli akımlarla mücadelesinin, yani Marksizm’in burjuva ve küçük burjuva düşünce akımlarına karşı savunulmasının neden gerekli olduğunu açıklaması ve sol liberalizme karşı mücadelenin, içinden geçmekte olduğumuz ve hâlâ süren dönemin hem dünyada hem Türkiye’de yaşamsal olduğunu ileri sürmesidir.
Dünyanın her ülkesinde o ülkenin tarihinde önemli yer tutan insanların evleri müze yapılır, yaşadığı döneme, çalışmalarına, özel hayatına dair nesnelerle süslenir, genç kuşakların aydınlanması için yararlı olabilecek görsel malzeme (plaketler, yazılı metinler, kitaplar, fotoğraflar, videolar vb.) ile donatılır. Şayet birden fazla ülkenin tarihinde önemli rol oynamış veya siyasî, edebî, dinî mücadelesi dolayısıyla sürgüne yollanmış şahsiyetler söz konusu ise onların sürgünde yaşamak zorunda kaldığı ülkelerde geçirdikleri zaman, yürüttükleri faaliyetler, kurdukları insanî, sanatsal, siyasî vb. ilişkiler önem taşıdığından bunların çoğunun yaşadığı evler de müze yapılır. Almanya’da doğan Marx’ın Belçika’nın başkenti Brüksel’de yaşadığı, zamanla kentin en merkezî, en pahalı meydanı haline gelmiş olan bir adreste bulunan evi, şimdi bir Marx müzesidir. Oysa Marx esas Londra ve Paris’te uzun süreler sürgün kalmıştır. Lenin’in İsviçre’nin Zürih kentindeki evi bu büyük devrimcinin hayatının en hassas dönemlerinden birine ve sonunda devrime kavuşmak için yola çıktığı mekâna ışık tutar. Daha yakın bir zamanda, Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’te, henüz o kent bir Osmanlı şehri iken doğduğu ev, şimdi bir restorasyondan geçerek yeniden müze olarak açılmış bulunuyor.
Türkiye’de de yabancı sürgünler anısına düzenlenmiş böyle müzeler veya anma mekânları vardır. Büyük İtalyan devrimcisi Giuseppe Garibaldi’nin karşı devrimcilerin saldırısı altında iken kaçtığı İstanbul’da yaşadığı ev uzun yıllar İtalyan kültürünün İstanbul’da bir merkezi olarak “Garibaldi Evi” adı altında hizmet veregeldi. Macaristan’ın 1848 devriminin barikatlarında pişmiş büyük şairi Lajos Kossuth’un Osmanlı sürgününde Kütahya’da yaşadığı ev bugün “Macar Evi” adıyla müze olarak hizmet veriyor. Bırakın o devrimci kahramanları, Nâzım Hikmet’in emperyalizmin bir kültür temsilcisi olarak yerden yere vurduğu 19. yüzyıl Fransız romancısı Pierre Loti’nin adına İstanbul’da bir lise, bir otel ve koskoca bir tepe mevcuttur!
Lev Davidoviç Trotskiy, yukarıda sayılan insanlar arasında, Marx ve Lenin dışında, dünya tarihi açısından hepsinden kat kat önemli bir şahsiyettir. Rusya’da hem 1905 hem 1917 devrimlerinin önderi, 14 emperyalist devleti ve Rus karşı devrimci Beyaz Orduları’nı yenilgiye uğratan Kızıl Ordu’nun kurucusu ve komutanı, 20. yüzyılın ilk yarısında tarihin gördüğü en yaygın ve güçlü örgütlerden biri olan Komünist Enternasyonal’in Lenin’le birlikte iki fahri başkanından biri ve insan düşüncesinin bir doruğu olan Marksist teorinin bütün yüzyıllarda en büyük teorisyenlerinden biridir. Trotskiy hayattayken Winston Churchill’den Bernard Shaw’a, André Breton’dan André Malraux’ya, “New York Entellektüelleri” olarak bilinen sol aydınlardan bütün devrim sonrası Rus avangardına, yaşlı veya genç, yerleşik veya yeni yetişen bütün aydın ve sanatçılar için hesaba katılması, başa çıkılması, hayran olunası bir dünya aydını idi. Önce Çar’ın sonra Sovyet bürokrasisinin lideri Stalin’in baskısı altında hayatının çok önemli bir bölümü sürgünde geçmiştir. Stalin dönemi sürgünlerinin en uzunu (dört buçuk yıl) İstanbul’dadır. Dört yıl kaldığı Meksika’da koskoca bir Trotskiy Evi Müzesi vardır. Ama İstanbul’da, Büyükada’da dört buçuk yıl boyunca hayatının en önemli bazı yapıtlarını yazdığı evi, özel mülkiyet bariyerine çarpmış ve Adalar Vakfı ve bazı derneklerle yerel yönetimin, evin önceki sahibini, evi müzeye çevirmek, en azından doğa olayları nedeniyle tahribatını önlemek konusundaki çabaları sonuçsuz kalmıştır. Sosyalist sol ise bu mirasa karşı hiçbir ilgi göstermemiştir. Kültür Bakanlığı’nın da bu kültürel varlığı korumaya olan ilgisizliği sonucunda, Trotskiy’in Büyükada’da yaşadığı ev şimdi bir viranedir.
Dergimiz Devrimci Marksizm bu viraneyi şahane bir Marksizm müzesi haline getirmeyi uzun zamandır düşlüyor. Somut koşulların uygun olacağı anı bekliyor. İşte bu yaz Trotskiy’in Büyükada’daki mirasını sahiplenmek ve ileri taşınmasına katkıda bulunmak üzere ilk adımını attı. Adalar Belediye Başkanı Ali Ercan Akpolat’ın nazik onayıyla ilk etkinliğimizi Büyükada’nın o güzelim Taş Mektebi’nde gerçekleştirdik. Dergimizin bu sayısında, önce bu etkinliğimizle ilgili okurlarımızı bilgilendiren, Yayın Kurulu imzalı kısa bir girişe, ardından ise Trotskiy yoldaşımızın mirasının genç işçiler arasında yaşadığının gurur verici bir işareti ve bu mirasın emin ellerde olduğunun göstergesi olarak, Naz yoldaşımızın tüm katılımcıları heyecanlandıran ve uzun süre alkışlanan konuşmasına yer veriyoruz.
Büyükada’daki Trotskiy mirasına dair nihai amacımız bir müzedir. Ama oraya ulaşana kadar ekonomik, politik, ideolojik ve kültürel birçok engelle karşılaşacağımızı biliyoruz. Yılmayacağız. O engelleri tek tek aşmaya çalışacağız. Bazen geri düşeceğiz. Ama bazen büyük sıçramalar yapacağız. Biz Marx’ın, Lenin’in, Trotskiy’in mirasçılarıyız. Tarihin nasıl inişlerle çıkışlarla, çelişkilerle sarsıntılarla ilerlediğini iyi biliriz. Sonuçta yıllar, hatta on yıllar sonrasında geriye dönüp baktığımızda uzun bir tarih diliminin başarılarından gurur duyacağız. “İşte” diyeceğiz, “Büyükada’nın sürekli devrimi zafere kavuştu!”.
Sungur Savran’ın bu sayımızda yer alan ikinci yazısı, bu yıl ölümünün 30. yıldönümü olan Ernest Mandel üzerine. Mandel, 20. yüzyılın başlarında (1923) doğup neredeyse tam sonunda (1995) ölen, düşünce ve eylemiyle yüzyılın ikinci yarısına basbayağı damga vuran, Trotskiy’in izleyicileri arasında dünyada en çok tartışılan ve tartışmalı olan bir şahsiyettir. Mandel’e “profesoryal Marksizmi” dolayısıyla çatan çok olmuştur. Oysa akademisyen aynı zamanda her gittiği yerde “IV. Enternasyonal’in lideri” olarak tanıtılmaktan gurur duyuyorsa akademisyenlik devrimciliğin önünde bir engel değildir. Savran Mandel’e üç açıdan yaklaşıyor. Bir Marksist iktisatçı olarak onu sadece 20. yüzyılın ikinci yarısının değil, Marx sonrası dönemin en iyi iktisatçısı olarak niteliyor. İktisat dışı alanlarda Marksizm’in bir teorisyeni olarak her zaman anlaşılır bir dille her konuya el atma çabasını takdir ediyor, ancak bazı konularda (en önemlisi Gorbaçov reformlarının kapitalist restorasyonun önünü açtığını anlayamamak ve Lenin/Trotskiy ilişkisini yanlış kavramak olan) çok ağır hataları olduğunu ileri sürüyor. Bir devrimci olarak teori-pratik birliği timsali olduğunu vurgulamakla birlikte, Dördüncü Enternasyonal’in 1953 bölünmesinden sonra başında olduğu Birleşik Sekretarya adlı örgütün zamanla bozunumundan sorumlu olduğuna işaret ediyor. Savran’a göre Mandel’den öğrenilecek çok şey vardır, ama ağır hataları gözden kaçarsa sonuç Birleşik Sekretarya’nın bugün vardığı “post-Leninist” çizgi olacaktır.
Tarihi bir olaya/meseleye ilişkin bir filmi izlemeye hazırlanan hemen herkes, filmin başında kısa bir epigrafla birlikte ekranda beliren şu cümleye şüphesiz aşinadır; “bu film gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır.” Böylece izleyici daha en baştan, izlediği filmde konu edilen tarihî olayın/meselenin gerçeğe uygunluğu yönünde koşullanmış olur. Ne de olsa izleyeceği film ‘gerçek bir hikâye’dendir. Oysa kapitalist burjuva ideolojisinin egemen olduğu popüler kültür/sanat coğrafyasında bu cümle aslında çoğu durumda gerçeği çarpıtmanın ve hatta ters yüz etmenin sihirli dünyasına (!) girişi haber verir. Belirtmeye gerek yok belki ama “hikâye” ne kadar toplumsal ve siyasal ise sihrin gücü de o nispette artar. Üstelik aynı cümlenin yüklemi, bu nedenle yapılabilecek eleştirilere karşı koruma kalkanı vazifesi görecek çok önemli bir anlamı da haizdir; “uyarlanmıştır.” Böylelikle muhtemel eleştirilerin sanatçının özgürlüğü ve yaratıcılığına yersiz müdahale iddiasıyla itibarsızlaştırılması da neredeyse mukadderdir. Süreyya Algül, “Dunkirk, Churchill ve Darkest Hour veya “tarihin sistemli tahrifatçısı” olarak sinema” başlıklı yazısında, 2017’de vizyona giren ve Winston Churchill’in merkezinde yer aldığı üç filmi yukarıda sözü geçen bağlamda ele alıyor; Hitler faşizmini yenilgiye uğratan asıl aktör Sovyetler Birliği olduğu halde, Algül’e göre bu üç film, tarihsel gerçekliği neredeyse yok sayarak Churchill’in şahsında İngiltere’yi ve diğer batılı emperyalist müttefiklerini öne çıkaran ve böylelikle tarihsel gerçekliği tahrif eden sinema külliyatının güzide örnekleri olarak konu edilmeyi fazlasıyla hak ediyor.
Tüm okurlarımıza iyi okumalar diliyoruz. Sonraki sayımızda görüşmek üzere.

