You are here

Devrimci Marksizm 51-52

Bu sayı

Devrimci Marksizm’in 51-52. çift sayısı Türkiye’nin yaşadığı deprem faciasının tam orta yerinde yayına hazırlanıyor. Biz sayıyı dizgiye yollamaya hazırlanırken bu facia daha olmamıştı. Facia yaşanır yaşanmaz sayının projektörünü öncelikle halkımızın yaşadığı bu korkunç felakete çevirmek gerektiğine karar verdik.

Deprem hakkında söylenecek çok şey var. Bunların en azından bir bölümünü Yayın Kurulu’nun deprem hakkında kaleme aldığı yazıda okuyacaksınız. Ama derhâl söyleyelim. Depremi iki ayrı düzeyde ele almak gerekir. İlki, Türkiye’nin 1999’dan 2023’e neredeyse tam tamına çeyrek yüzyıl arayla yaşadığı iki facianın bize mutlaka bu toplumun ana özellikleri konusunda bir şeyler öğretmesi gerektiğini hatırlatıyor. Deprem ne geçen defa ne de bu defa sadece ve esas olarak bir doğal afet değildi, değildir. Deprem sarsmıştır, hiç kuşku yok. Ama yıkan ve öldüren bu toplumsal düzendir. Bu satırlar yazılırken 30 bine ulaşan ölü sayısı, 80 bini aşan yaralı sayısı, 10 bini aşkın binanın bir yıkıntı haline gelmesi hep bu toplumsal düzenin ürünüdür. Bunda hemen hemen herkes hemfikir, iktidarı savunmayı tek önceliği haline getirenler dışında. Ama bu toplumsal düzenden ne anlaşıldığı deşildiğinde bambaşka sonuçlar çıkıyor ortaya. Kimi sadece AKP iktidarını suçlamakla yetiniyor. Kimi inşaat piyasasındaki vurgunculuğu kınıyor. Kimi her şeyin rüşvet yüzünden olduğunu söylüyor. Bunların her biri şüphesiz ki doğru. Ancak bunların arkasında yatan bütünsel yapıyı görmezlikten gelemeyiz. Sarsan depremdir ama öldüren kapitalizmdir! Bu toplumsal faciaya yol açan, sonsuz artı değer (kâr) hırsının damga vurduğu, dolayısıyla ister madende, inşaatta, tersanede, fabrikada ister konutlarda her güvenlik tedbirinin bir maliyet unsuru olarak algılandığı, her alanda insan hayatının hiçe sayıldığı kapitalizmin ta kendisidir.

Bunu görmezlikten gelerek her sorunu AKP yönetimine bağlamaya çalışmak kapitalizmi savunanların işine gelir ama biz şu ya da bu gerekçeyle bu konuda susmayız. Öte yandan genel bir kapitalizm eleştirisi ile yetinerek 20 yıllık AKP yönetiminin bu faciada oynadığı çifte rolü de görmezlikten gelmemeliyiz. AKP, Türkiye tarihinin gördüğü en büyük depremlerden birinden, 1999 Marmara depreminden sonra iktidara geldi. O facianın tekrarlanmaması için 20 yıl boyunca yapabileceği nice şey vardı. O tersini yaptı. İnşaat sektöründe eskisinden de daha fazla güvenliğe aykırı, kural dışı, insan hayatını riske sokan her türlü uygulamaya büyük bir müsamaha gösterdi. Toplanma alanlarını AVM ve rezidans yaptı. İmar affı üstüne imar affı çıkardı. Ruhsatsız binalara göz yumdu. Bu, yani deprem öncesi dönemde izlediği politika AKP iktidarının çifte rolünün ilkiydi. Öteki rolü ise arama kurtarma konusunda oldu. Kendi siyasi çıkarlarını enkaz altında kalmış olan halkın hayatının önüne koydu. Silahlı Kuvvetler ile karşılıklı pazarlıklarını enkazdan oluşan bir masanın üzerinde yürüttüler ve çok değerli iki günün kaybedilmesine yol açtılar. Gerisi her şeyi merkezîleştirerek yürütmenin başına bağlama felsefesine sahip yeni rejimin doğasından kaynaklanan organize kargaşa idi. Bu satırlar yazılırken 40 bine ulaşmış olan, günler ilerledikçe kaça yükseleceğini kimsenin öngöremediği ölü sayısı işte bütün bunların ürünüdür, sadece ikiz depremlerin şiddetinin sonucu değil.

Sayımız, depremin çeşitli toplumsal ve siyasi boyutlarını tartışan ve yukarıdaki iki düzeyde birçok sorumluluğu teşhir eden bir yazı ile açılıyor. Ardından Levent Dölek’in bir yazısına yer veriyoruz. Dölek, birçok yoldaşıyla birlikte depremin ertesinde bölgeye gitti, her şeyi gözüyle gördü, arama kurtarma ve yardım faaliyetlerine katıldı, kimsenin gitmediği dağ köylerine yardım taşıdı. Ve tabii, bir Marksist devrimcinin gözüyle bölgeyi gözledi. Yazısı, Ekim devrimi sonrası dönemde uygulanan “savaş komünizmi” kavramına çağrıştırma ile “Deprem Komünizmi” başlığını taşıyor. İnsanlığın hayatı için kapitalizm ve komünizmin anlamını bu kadar kısa ama bu kadar etkili anlatan pek az yazı bulunur.

Yaşadığımız güncel faciadan sonra bir başka büyük depreme, Ukrayna’daki savaşa dönüyoruz. Bu sayı, Ukrayna savaşının başlangıcının birinci yıldönümü olan 24 Şubat’a pek az kala çıkıyor. Bu savaş herhangi bir savaş değil. Hristo Rakovski Uluslararası Sosyalist Merkezi ile RedMed internet ağının geçtiğimiz Haziran ayında düzenlenen Acil Uluslararası Savaş Karşıtı Konferans’ın yayınladığı ve bir önceki 50. sayımızda yer alan “Uluslararası Anti-Emperyalist ve Savaş Karşıtı Bildirge” bu savaşın ayırıcı önemini şöyle tanımlıyor: 

Ukrayna’daki savaş, çürümekte olan emperyalist kapitalizmin giderek derinleşen krizinin yarattığı tarihsel bir kırılma noktasına işaret ediyor ve dünyanın siyasi ve toplumsal düzenini dönüştürüyor. Bu savaş, dünyayı 3. Dünya Savaşı’nın ve nükleer kıyametin eşiğine kadar getirdi. Uluslararası işçi sınıfının ve ezilenlerin birincil ve en acil görevi, emperyalizmin yok olmaya doğru giden bu savaş eğilimini durdurarak bunu evrensel özgürleşme, yani dünya Sosyalizmi için verilecek devrimci bir mücadeleye çevirmektir.

İşte Ukrayna savaşının insanlık için bu yakıcı öneminden dolayıdır ki bu sayımızın ana dosyası doğrudan doğruya “Emperyalizm ve Savaş” konusuna hasredilmiştir. Dünya ve Türkiye solunun bu savaş konusunda içine düşmüş olduğu derin gaflet, Marksistlerin bu konu üzerinde titizlikle durmasını gerektiriyor. Söz konusu olan, insanlığın, hatta yeryüzündeki tüm canlı yaşamın geleceğidir. Savaşın doğasını yanlış kavradığımızda, “savaşa karşı mücadele ediyoruz” düşüncesiyle aslında yaklaşmakta olan büyük felaketin, asıl savaşın, dünya savaşının daha güçlü bir olasılık haline gelmesini destekliyor olabiliriz. Dünya ve Türkiye solunun bu savaşı kavrayışı, istisnalar bir kenara bırakılırsa, tam da böyledir.

Marx “şeyler göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı” demişti. Ukrayna savaşı tam da bu teşhisi doğrulayan bir karakter taşıyor. Görünüşte, Rusya bağımsız bir ülkeye saldırıyor, sıklıkla söylendiği gibi “işgal ediyor”, halkına kıyıyor, ülkeyi tarumar ediyor. Batı ittifakı, NATO, yani emperyalist dünya ise savaşa karşı, Ukrayna’yı ve halkını bu “kışkırtılmamış saldırganlığa” karşı korumaya çalışıyor.

Oysa gerçek bambaşka. Bu savaş, başta ABD ve Britanya olmak üzere, NATO’nun Rusya’yı köşeye sıkıştırmak, dizleri üzerine çöktürmek, onu parçalamak ve kendi karşısında bir tehdit ve bir tahdit olmasına ebediyen son vermek üzere Sovyetler Birliği’nin dağılmasından beri sistematik olarak yürüttüğü, 2014’ten itibaren ise doruğuna yükselmiş olan kışkırtma kampanyasının bir ürünüdür. Bunun ilk sağlaması, ABD’nin neredeyse eş zamanlı olarak Çin’e karşı açtığı haçlı seferidir. Emperyalizm, Tayvan sorununu ve buna eşlik eden bir dizi başka meseleyi (Hong Kong, Güney Çin Denizi, Uygur sorunu, Tibet, sınai casusluk, fikrî mülkiyet haklarının çiğnenmesi vb.) bahane ederek ekonomide gümrük korumacılığına ve teknolojik ambargoya, diplomaside QUAD ve AUKUS gibi yepyeni ittifaklar aracılığıyla yürütülen bir kuşatma politikasına, silahlanma alanında görülmemiş türden ortak atılımlara (örneğin İngiltere-İtalya-Japonya arasında yeni tipte bir uçağın üretimi hazırlıkları), ideoloji ve kültür alanında ise tam bir Çin düşmanlığına yaslanan, olası bir savaşın koşullarını şimdiden hazırlayan bir politikayı uygulamaya koymuş bulunuyor.

İkinci sağlama, NATO’nun geçen yılın Haziran ayı sonunda yapılan Madrid Zirvesi’nde hem biri on yıllardır, diğeri 150 yıldır “tarafsızlık” ilkesine dayanan bir diplomasi benimsemiş iki Kuzey ülkesini (sırasıyla Finlandiya ve İsveç) bünyesine almaya girişmesi (Erdoğan hükümetinin politikası üyelik sürecinin tamamlanmasını şimdilik engelliyor), hem de, daha da önemlisi, yepyeni bir NATO Konsepti’ni oy birliğiyle kabul etmiş olmasıdır. NATO, bu konsept ile, Sovyetler Birliği döneminden, yani Soğuk Savaş’tan bu yana ilk kez “düşman”larını adlandırmıştır. Ve elbette Çin ve Rusya bu düşmanlar listesinde ilk iki sırada yer alıyor. Yeni NATO Konsepti bununla da kalmıyor: Hangi koşullarda dünya savaşına yol açacak bir saldırganlığa girişeceğini ortaya koyuyor ve bu koşulları aklın havsalanın almayacağı kadar geniş tanımlıyor! Madrid’de kabul edilen yeni NATO Konsepti, dünyamızın Üçüncü Dünya Savaşı’nın ağır bir tehlike olarak ufukta belirdiği bir döneme girmiş olduğunun tartışılmaz kanıtıdır.

Ve nihayet üçüncü sağlama, Ukrayna savaşının kendi karakterinde yatıyor. Bu savaşın, Ukrayna burjuvazisinin ve devletinin, ABD ve NATO emperyalizminin yıpratma, kuşatma ve diz çöktürme politikasının taşıyıcısı olarak Rusya’ya karşı vermekte olduğu bir vekâlet savaşı olduğu savaşın bir yılı boyunca olan biten her şey tarafından doğrulanmıştır. Ukrayna burjuvazisi, kendi askerini, sivil halkını ve ülkenin bütün maddi varlığını emperyalist kampın emellerini gerçekleştirmesine adamış bulunuyor. Ukrayna askeri NATO’nun gücü sayesinde çarpışıyor. Sadece ABD’nin Ukrayna’ya 2022 yılı içinde verdiği ve vadettiği toplam yardım miktarı dudak uçuklatıcı bir rakam olan 100 milyar dolardır! NATO ülkelerinin Ukrayna’ya desteği Sovyet dönemi silah envanterinden (Doğu Almanya, Vizegrad ülkeleri, Baltık ülkeleri hep o kökenden geliyor) başlamış, tanksavar ve uçaksavar füzelerin en basitlerinden HIMARS gibi sofistike sistemlere geçmiş, sonunda, ünlü Alman Leopar’ları dâhil olmak üzere zırhlı saldırı araçlarına ulaşmıştır. Bugün ise uzun menzilli füzeler tartışılmaktadır.

Savaşın ilk aylarında Rusya her ne kadar kuzey taarruzundan vazgeçerek ricat etmek zorunda kalmış olsa da sahada üstündü. Ukrayna’ya silah desteği daha modern ve sofistike hale geldiği ölçüde Ukrayna’nın “zaferi” olasılığından bile söz edilmeye başlandı. Şimdi uzun menzilli füzeler ile birlikte Ukrayna’nın geçmişte başardığı birkaç spektaküler eylem dışında söz konusu olmayan bir şey, savaşın Rusya topraklarına taşınması bile söz konusu olabilir. Üstelik destek, para ve silahtan ibaret değildir. Başta ABD ve Britanya olmak üzere, NATO ülkeleri Ukrayna ordusuna eğitim, istihbarat, keşif, taktik karar süreçleri, danışman personel, hatta az sayıda da olsa komando birlikleri gibi alanlarda çok ciddi destek vermektedir. Ukrayna’nın gerçek savaş komuta merkezi Kiev’de değil, Almanya’da Ramstein üssündedir! Kısacası, Ukrayna Rusya ile çarpışmasında kendi halkının hayatını ve emperyalist savaş makinesini birleştirmektedir. ABD’nin (ve elbette diğerlerinin) Ukrayna’ya sağladığı bu olanakların ne anlama geldiğini en iyi Washington ziyareti esnasında Kongre konuşmasında Zelenski dile getirmiştir: “Bize verdiğiniz destek hayırseverlik değildir, yatırımdır.”

Emperyalizmin bu “yatırımı” kendi hâkimiyetini sürdürmek için (nükleer savaş tehlikesini de içeren) bir dünya savaşına yatırımdır. Marksist tahlilin bu sisli puslu atmosferi dağıtması bu yüzden çok önemlidir. Devrimci Marksizm Bahar-Yaz sayısında bunu yapmaya Uluslararası Hristo Rakovski Sosyalist Merkezi ile RedMed internet ağının ortak “Anti-Emperyalist ve Savaş Karşıtı Bildirge”sini yayınlayarak başlamıştı. Bu sayımızdaki “Emperyalizm ve Savaş” dosyasının, ufkunun genişliği ve kapsayıcılığı sayesinde, bu göreve çok önemli bir katkı yaptığı kanısındayız. Dosyada yer alan yazılardan Sungur Savran’ın yazısı Ukrayna savaşının etrafındaki mistik atmosferi dağıtma yolunda önemli bir işlev üstleniyor. Levent Dölek ile Burak Gürel’in yazıları ise sırasıyla Rusya ve Çin konusunda solda emperyalist propagandanın etkisiyle yaygınlaşmakta olan efsaneleri yerle bir etmekte çok önemli mesafe katediyor.

Sungur Savran’ın yazısı Teori ve Politika dergisinin davetiyle o derginin 86-87. Bahar-Yaz sayısı için geçen yılın Temmuz ayında kaleme alınmıştı. Ancak yazıda ortaya konulan perspektifin isabetliliği bu ilk yıl boyunca yaşanan bütün gelişmelerle ortaya çıktığı için, okurlarımızın tamamının bu yazıya erişebilmesi amacıyla yazıyı burada Teori ve Politika dergisinin izniyle yeniden yayınlıyoruz. Savran’ın ana iddiası şu: Marksistlerin, savaş öncesinde dünya durumunun ve savaş olasılığının tırmanış tarzının genel analizi temelinde öne sürdüğü “vekâlet savaşı” teşhisi savaşın kendisinin gelişmeleri tarafından bütünüyle doğrulanmıştır. Savran yazının ilk bölümünde bunun delillerini bütünüyle Batı kaynaklarından derlenmiş bilgilerle ortaya koyduktan sonra, NATO Madrid Konsepti’nin analizini yapıyor. Bu analiz, emperyalizmin “kavga aradığını” bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Ama NATO Konsepti’nin çok önemli bir başka boyutuna da el atıyor yazı. NATO, bu belgesiyle, kimlikçi, sol liberal, postmodern sola ve “sivil toplum kuruluşlarına” da savaşta kendi yanında yer almaları için davetiye çıkarıyor. Savran bu noktayı bu çevrelere “Sam Amca sizi istiyor!” diyerek bağlıyor. NATO’nun davetine bu çevrelerin şimdiden göz kırptığı, Ukrayna savaşıyla ortaya çıkmıştır. Savran yazısını uluslararası solun emperyalizm ve savaş sorunları çevresinde yeniden yapılanması gerektiği tespitiyle bitiriyor.

Dosyanın ikinci yazısı, Levent Dölek’in Ukrayna savaşının ilk aylarında kaleme aldığı bir Rusya değerlendirmesi. Dölek, savaşta siyasi pozisyonunu demokratik kamuoyuna aykırı düşmeyen bir biçimde belirlemek için Rusya’yı emperyalist olarak ilan edenlere bu iddianın gerçekle en ufak bir ilişkisi olmadığını gösteriyor. Rusya’nın da NATO gibi emperyalist bir güç olduğunu ilan ederek bu savaşta “tarafsızlık” politikasının savunulmasının gerektiğini öne sürenlere altından kalkamayacakları ağır bir ders veriyor. Bunların sarıldıkları öncül (“Rusya emperyalisttir”) doğru olsa bile, ulaştıkları sonucun savunduklarını söyledikleri Leninizmle hiçbir ilişkisi olmadığını, Leninizmin herkesin kendi emperyalisti karşısında mücadeleye, gerektiğinde devrimci bozgunculuğa yaslandığını hatırlatarak paramparça ediyor. Bütün NATO ülkelerinde yapılması gereken NATO’nun yenilgisi için mücadele etmektir! Dölek bundan sonra ayrıca emperyalizmin Leninist tanımından hareketle Rusya’nın emperyalist bir ülke olmadığını da gösteriyor.

Burak Gürel, “ÇKP 20. Kongresi, Kasım 2022 eylem dalgası ve Çin’in geleceği” başlıklı yazısında Çin’deki sınıf mücadelelerini, emperyalizm ile Çin arasında derinleşen çelişkileri, Çin sermayesinin ve temsilcisi Çin Komünist Partisi’nin içindeki fraksiyon mücadelelerini ayrıntılı olarak ele alıyor. Gürel, on yıl önce parti genel sekreteri ve cumhurbaşkanı koltuklarına oturan Xi Jinping’in evvela yükselen işçi hareketinin ve üçüncü büyük depresyonun etkisiyle kârları eriyen Çin sermayesine yardım eli uzattığını, işçi hareketini bastırmak için devlet şiddetini yoğun olarak kullandığını gösteriyor. Bu süreçte Çin sermayesi içindeki fraksiyon mücadelesinin de şiddetlendiğinin altını çizen Gürel, Xi’nin yüksek teknoloji geliştiren şirketleri düşük teknoloji kullanan sanayicilere ve finansal spekülatörlere karşı desteklediğini, buna bağlı olarak parti ve devlet içinde geniş tasfiyeler yaptığını ortaya koyuyor. Gürel’in sunduğu veriler, Çin devletinin yüksek teknolojili şirketleri destekleyerek emperyalistleşmeye çalıştığını, emperyalist sermayenin ve devletlerin bu atılımı engellemek için seferber olduğunu, bu çelişkilerin üçüncü dünya savaşının zeminini döşediğini kanıtlıyor. Yazı, bu sorunların ve çelişkilerin COVID-19 pandemisinin etkisiyle patlayıcı hale geldiğini gösteriyor. “Sıfır vaka” politikası sayesinde pandeminin ilk yılında dünyanın geri kalanından pozitif yönde ayrışan Çin’in yerli mRNA aşısı projelerinin başarısızlığı nedeniyle zaman içinde büyük çaplı kapanmalara bağımlı hale geldiğini, bu durumun ekonomiyi ve toplumsal hayatı cendereye aldığını ortaya koyuyor. Yazı Xi’nin ÇKP 20. Kongresi’nden zaferle çıkmasına rağmen pandemiyle alakalı çelişkiler nedeniyle köşeye sıkıştığına dikkat çekiyor. Gürel, yazısının son bölümünde dünyanın en büyük fabrikalarından biri olan Zhengzhou şehrindeki Foxconn fabrikası işçilerinin başarılı mücadelesiyle başlayıp Kasım 2022’nin son günlerinde kampüslere ve sokaklara taşan kitlesel eylemlerin Xi’nin sarsılmaz zannedilen iktidarını derinden sarstığını ve onu “sıfır vaka” politikasından tam bir U dönüşüne zorladığını gösteriyor. Gürel, makalesini üçüncü büyük depresyonun, sınıf mücadelelerinin ve Kasım 2022 eylem dalgasının dersleri ışığında Çin’deki devrimci olasılıklara işaret ederek tamamlıyor.

Dosya dışı yazılarımızdan ilki geçen sayıda ele aldığımız ana temanın bir parçası gibi okunmalı. Anlaşılır nedenlerle dergimiz için çok özel bir sayı olan 50. sayımızı tasarlarken, bir yandan postmodernizm ve akrabası akımların felsefi-teorik eleştirisini gündemimize almış, bir yandan da bu akımların aslında gerçeklikle son derece sallantılı bağları olmasına rağmen son 40-50 yılda elde ettikleri itibarın analizini gündeme getirmeyi hedeflemiştik. Bu yükselen itibarın çok çeşitli maddi ve sınıfsal ön koşulları 50. sayımızda ele alındı. Öte yandan, bu maddi-sınıfsal ön koşulların yanı sıra postmodernizmin, sol liberalizmin ve diğerlerinin yükselişinde, komünizmin 20. yüzyıl boyunca yaşadığı inişli çıkışlı, daha doğrusu çıkışlı inişli gelişmelerin ve bunlar sonucunda yüzyılın bir noktasına kadar kurulmuş ve daha sonra bürokratik yozlaşmaya uğramış olan işçi devletlerinin çökmesi ya da içten içe çürümesi de önemli bir rol oynamıştı. Dolayısıyla, postmodernizmin eğreti entelektüel zaferlerinin anlaşılabilmesi için 20. yüzyılda yaşanan ve yüzyılın sonunda komünizmin ve Marksizmin Komünist Manifesto’dan itibaren ilk kez itibarını yitirmesine yol açan iki ana akımın, Stalinizm ve Maoizmin de incelenmesi ve eleştirilmesi bize gerekli göründü. Bu sayıda Stalinizmi Hasan Refik’in yazısı temelinde ele alıyoruz. Gelecek sayımızda ise Burak Gürel Maoizmi bu bağlamda inceleyecek. Bu yazılar Sovyetler Birliği’nde ve Çin’de önce bürokratik yozlaşma, sonra da kapitalist restorasyon süreçlerinin tarihî bir analizi ve izahı için yazılmadı. Bu konular Devrimci Marksizm dergisinde 16 yıl boyunca gerek SSCB gerekse Çin Halk Cumhuriyeti bağlamında (bazen bu yazıların yazarları tarafından) defalarca ele alındı. Şimdi söz konusu olan yazılar, Marksizmin ve komünizmin, kapitalist dünyayı, yani emperyalist merkezleri ve ona bağımlı ülkelerden oluşan çevreyi daha önce fethedememiş olmasının bu iki akımın tarihî suçlarının sonucu olduğunu ortaya koyuyor. İşte komünizmin bu akımlarca çarpıtılarak etkisizleştirilmesidir ki (Hasan Refik’in başlığındaki benzetme ile söylersek “dişsiz” kılınmasıdır ki) postmodernizmin bir çöküntünün enkazı üzerinde yükselmesini olanaklı kılmıştır.

Hasan Refik, “Burjuvazinin dişsiz düşmanı Stalinizm” yazısında, bu ideolojinin sınıf mücadelesinde işçi sınıfının önüne nasıl bir engel olarak dikildiğini gösteriyor. Yoldaşımız hatırlatıyor: Stalinizmin devrim mücadelelerinin önünü tıkaması bir hata değil, bu ideolojinin temsil ettiği bürokrasinin çıkarlarının dolaysız sonucudur. Dört başlık altında (Sürekli Devrim, Anti-Faşist Mücadele, Halk Cephesi ve Dünya Devrimi) ve dört vaka üzerinden (Çin, Almanya, İspanya ve İtalya) Stalinizmin hezimetlerle dolu karnesine dikkat çeken yoldaşımız, bürokrasinin yokluğunda dahi bu ideolojinin adeta bir Zombi gibi yükselip, bir kez daha devrimci işçilerin mücadelesine set çekmesi ihtimaline karşı uyarıyor. Bu yazı her şeyden önce, 21. yüzyılın devrimcilerine devrimci Marksizmi kuşanmaları için yapılan bir çağrı olarak okunmalı.

Özdeniz Pektaş, “Marx’ın komünizm tasarımında eşitlik ve adalete yer var mı?” başlıklı yazısında, Marx ve Engels’in Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi adlı eserini merkeze alarak, komünizmin ve alt aşaması sosyalizmin amacının, topluma birtakım soyut idealler dayatmak değil, toplumsal-tarihsel maddi dönüşümün bir sonucu olarak, bunları olumlu ve olumsuz tüm halleriyle (eşit/eşitsiz, adaletli/adaletsiz) gereksiz kılmak olduğunu gösteriyor.

Bu sayıda, İran’ın beş aydır devrimci bir yükselişle sarsıldığı bir anda, İran’ın yakın tarihinde çok etkili ama çok tartışmalı bir yer edinmiş olan Ali Şeriati hakkında kapsamlı bir yazı da yer alıyor. Ali Şeriati hem önemini koruyor hem de ideolojik mirası tartışmalı olmaya devam ediyor. Kimilerine göre, İran’da Şii İslamını geleneğin uyuşuk ve egemenlere boyun eğici ikliminden çıkararak “devrimcileştirdi”. Kimilerine göre ise İran halkının gerçek toplumsal kurtuluşa erişmesinin önündeki engelleri döşeyenlerden biri oldu. Şeriati’nin Marksizm, Varoluşçuluk ve Şii geleneğinden serbestçe beslenen ve hiçbir dönemde tam anlamıyla bir sisteme oturmamış karmaşık düşünsel mirası aslında hazır kalıplarla tanımlanamayan 1979 devriminin özgünlüğünün kavranması açısından da önemlidir. Ulaş Töre Sivrioğlu’nun yazısı, Şeriati’nin düşünce dünyasına ve 1979 devriminin iç çelişkilerinin anlaşılmasına dönük bir giriş niteliği taşıyor.

Volkan Sakarya “Engels’in devrimci Marksizmini savunmak için: Bir karşı-eleştiri” adlı yazısında, Engels’in Marksizminin felsefi olarak mekanik, ekonomik olarak kaderci, politik olarak reformist ve Stalinist yaklaşımlara yol açtığı iddialarına karşı Engels’in öğretisinin devrimci içeriğini savunuyor. Sakarya’ya göre, Engels, felsefesinin mekanik bir karakterde olduğuna dair eleştirilere rağmen, dünyayı, belirlenimler kadar olumsallıkların da rol oynadığı, katmanlı, farklılaşmış ve dinamik bir birlik olarak görüyor ve özgürlüğün özneyi belirleyen doğal ve toplumsal belirleyicilere egemen olmakla ilgili olduğunu savunuyor. İkinci olarak, Marx’ın kâr oranlarının düşme eğilimi yasasına dair görüşlerini çarpıttığı ve söz konusu yasadan mekanik bir çöküş teorisi geliştirdiği yönündeki eleştirilere karşı, Engels’in böyle bir çarpıtma yapmadığını ve onun kriz teorisine dair krize hem öznel hem de nesnel anlamda etki eden faktörleri hesaba katan yorumunun diyalektik bir karakter sergilediğini ortaya koyuyor. Sakarya, son olarak, reformizme ve Stalinizme kapı açtığını öne süren politik eleştirilerin öne sürdüğünün aksine, Engels’in devrimci öznelliği reddetmek şöyle dursun, onu konjonktürel olarak bağlamsallaştırdığını ve kapitalizmin nesnel dinamikleriyle diyalektik bir ilişki içinde ele aldığını öne sürüyor. Sakarya’ya göre Engels, politik anlamda işçi sınıfının stratejik ve taktik hedeflerini, kapitalizmin nesnel eğilimlerine bağlı olarak sınıf mücadelesi çevrimlerinin farklı ama tamamlayıcı uğrakları olarak okumanın yolunu açıyor ve işçi sınıfının kısa vadeli hedeflerini, uzun vadeli hedefleri ile karıştırmayan bir perspektif sunuyor.

51-52. çift sayımız, iki kitap eleştirisi ile son buluyor. Emre Bayır 1990-91 dönemecinde yaşanan Büyük Zonguldak Madenci Grevi ve Yürüyüşü konusunda yeni yayınlanmış bir kitabın vadettiği işi yapmadığını anlatıyor. Kitap, başlığına bu grev ve yürüyüşü çıkardığı halde işçi sınıfı mücadeleleri tarihinde çok büyük önem taşıyan bu eyleme pek az yer ayırmıştır, yaşananları hak ettiği ciddiyetle ele almamaktadır. Zonguldak eyleminin tarihi 30 yıl sonra bile yazılmayı bekliyor.

Özdeniz Pektaş, bu sayıdaki ikinci yazısında, Avelina Lésper’in Çağdaş Sanatın Sahtekârlığı kitabını inceliyor. Lésper söz konusu sahtekârlığı meşrulaştırmak için yaratılmış bir dizi dogmayı kıyasıya eleştiriyor. Pektaş, bu dogmalar arasında, “her şey sanat olabilir” ve “herkes sanatçıdır” üzerinde özellikle duruyor. Başka kaynaklardan da yararlanarak Lésper’in haklılığına işaret ediyor. Ancak komünizm ile sanat, deha ve yaratıcılık arasında kurduğu olumsuz ilişki konusunda yazara bazı tenkitler yöneltiyor.