You are here

Devrimci Marksizm 50

Bu sayı

Geçtiğimiz 40 yıl boyunca gerek sol aydın çevrelerinin düşünce dünyasına gerekse işçi hareketinin geniş kesimlerinin mücadele ufkuna elinizdeki dergide sıklıkla sol liberalizm diye bahsettiğimiz postmodern akımlar damgasını vurdu. Burada postmodernizm kavramını post-Marksizm, post-yapısalcılık, post-Fordizm, küreselcilik gibi çeşitli düşünce akımlarının bir üst başlığı olarak kullanıyoruz. Neydi aralarındaki tüm vurgu farklılıklarına rağmen bu akımların ortak özelliği? Bu akımların önemli bir kısmı sabık Marksist olan temsilcileri, artık farklı bir dünyada yaşadığımızı, yeni teknolojilerin burada belirleyici bir rol oynadığını, “bilişim devrimi” sayesinde dünya ekonomisinin küreselleştiğini, işçi sınıfının artık bu yeni üretim koşulları altında toplumsal dönüşümün öznesi olamayacağını, ulus-devletlerin eski önemini yitirdiğini ileri sürüyorlardı. Kapitalist devlet ekonomik krizleri kontrol altına alabilecek, ülkeler arasındaki karşılıklı bağımlılıkların artması ile birlikte emperyalizm ortadan kalkacak, böylesine bütünleşmiş bir dünyada artık savaşlar olmayacaktı. 

Bu iyimser tablo karşısında postmodernist sola göre temel sorun bu “post-endüstriyel” yeni dönemde “muktedirlerin” gücünü perçinleyen, sosyal dayanışma ağlarını parçalayan neoliberal politikalar karşısında farklı kimliklerin eşit haklara sahip olduğu “radikal demokratik” kazanımlar için nasıl mücadele edileceğiydi. Bilinçdışı iktidar arzularının yön verdiği ve farklı kimliklere sahip bireylerin daha demokratik bir toplum için hangi temelde, nasıl olup da bir araya gelecekleri, mücadelenin nasıl başarıya ulaşabileceği konusunda Žižek’ten Negri’ye postmodernist solun önde gelen düşünürleri, kendileriyle yapılan birçok söyleşide açıkça itiraf ettikleri gibi bir bilinemezcilik içindeydiler.  

Bu akımın önde gelen “radikal” düşünürlerinden Žižek yıllar önce, 2008 finansal çöküşünden sonra ABD’de halkın öfkesinin bir yansıması olan Occupy Wall Street (Wall Street’i işgal et!) eylemlerine destek için çağrıldığı bir konuşmada dinleyicilerini güya şöyle cesaretlendiriyordu: “Biz rüya görenler değiliz. Bizler kâbusa dönüşen bir rüyadan uyananlarız”. Postmodernizmden beslenen fikirleriyle çeşitli sol akımlar ve işçi hareketi üzerinde epey etki bırakan Žižek’gillerin bu rüyadan uyanıp uyanmadığını bilemeyiz; ancak bildiğimiz bir şey var. Gerçek dünya tam bir kâbusa dönüşmüş durumda. O dünya durumuna ilişkin iyimser tablonun yerinde uzunca zamandır yeller esiyor. 70’li yıllardan beri süregelen ve 2008 finansal çöküşüyle birlikte giderek derinleşen dünya ekonomisinin üçüncü büyük depresyonu, postmodernist sola mensup aydınların ve siyasetçilerin, kapitalizmin gelişme eğilimlerini kavrayışından siyasi yönelişine kadar hemen her alanda temel tespitlerini ve öngörülerini yanlışladı.    

Yeni teknolojilerin toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldıracağı ileri sürülüyordu; halbuki kapitalist üretimin krize yol açan çelişkilerinin etkisi altında çiplerden aşılara kadar hemen her alanda ortalık savaş alanına dönmüş durumda. Toplumsal eşitsizlikler azalmak bir yana her geçen gün artıyor. Bir yanda ileri teknolojiye hükmeden burjuvalar uzayda rekabet ederken, dünyada 41 milyon insan açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Açlık, yoksulluk, hastalık, kapitalizmin ürünü sayısız sorunu teşhir etme kaygısıyla yola çıkan ama kapitalist düzenin kendisini sorgulamaktan uzak duran bir kuruluş olan Oxfam’ın kısa süre önce açıklanan raporunda yakın gelecekte toplam nüfusu 8 milyara ulaşacak olan günümüz dünyasında 3.3 milyar kişinin günlük 5.5 dolar olan yoksulluk sınırının altında yaşayacağı tahmin ediliyor.

Karşılıklı bağımlılığa dayalı, küresel bir toplumda yaşadığımız, artık ulus-devletin bir öneminin kalmadığı iddia ediliyordu; halbuki 2008 krizinden sonra artık dünya pazarının parçalandığı, korumacılık ve ticaret savaşlarının hızla ilerlediği bir dünyada yaşıyoruz. Hemen her kapitalist ekonomide devletin ekonomiye, piyasalara müdahalesi tarihte görülmemiş düzeylere çıkmış durumda. Ulus-devletlerin çok daha etkili bir biçimde dünya sahnesinde yer aldığı böyle bir dünyada ekonomik ve askeri bloklaşma değişik biçimler altında hızla gelişiyor. 

Piyasanın “küreselleşme” ile birlikte toplumlara refah getireceği iddia ediliyordu, halbuki özellikle 2008 krizinden bu yana işsizlik, yoksulluk, sefalet ve açlık başta daha az gelişkin kapitalist ekonomilerde olmak üzere tüm dünyaya hızla yayılıyor. İklim krizinin yarattığı çevresel felaketler ve salgının etkisiyle birlikte ortaya çıkan enerji krizi, gıda krizi ve barınma krizi piyasanın toplumsal sorunları çözemediğini, mevcut kaynakları toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda tahsis etmekten uzak olduğunu bir kez daha ortaya koymuş durumda.   

“Küresel olarak bütünleşmiş bir dünyada artık savaşlar çıkmaz” deniyordu. Halbuki emperyalist devletlerin kendilerine boyun eğmeyen rejimlerle yerel ve bölgesel çapta yürüttükleri vekâlet savaşlarının Ukrayna savaşıyla birlikte daha ileri bir düzeye sıçradığını, bütün dünyayı tehdit eden bir nükleer savaşın olasılığının giderek arttığını görüyoruz.    

“İşçi sınıfının buharlaştığı” iddia ediliyordu, halbuki pandemi emekçiler olmadan toplumsal üretimin ve yeniden üretimin neredeyse durma noktasına geleceğini bir kez daha ortaya koydu. Salgınla birlikte uluslararası tedarik zincirlerinde yaşanan darboğazlar (çip krizinden ABD’de bebek maması kıtlığına, onca işsizlik varken başta ulaşım olmak üzere birçok sektörde işgücü kıtlığına kadar) işçi sınıfının varlığını ve belirleyici rolünü bir kez daha ortaya koydu. Artık burjuvazinin sosyologları, kamuoyu araştırmacıları bile tüm dünyada sınıfsal kutuplaşmanın öne çıktığını teslim ediyorlar. ABD’de Wall Street karşıtı eylemlerden (“Biz yüzde 99’uz”) Arap devrimlerine, Ortadoğu ve Latin Amerika’daki halk ayaklanmalarına toplumsal mücadeleler emekçi halkların sırtında yükseliyor.  

Nihayet, özellikle postmodernist sol tarafından toplumun özgürleşmesinin artık tahakküm altındaki farklı kimliklerin eşit hakları için yürütülecek mücadeleler sayesinde mümkün olabileceği iddia edilmekteydi. Halbuki bugün kapitalizmin en gelişkin olduğu ABD’den örnek verecek olursak, bu ülkede onca yıldır kadınların ve siyahların ezilmişliğine karşı yürütülen kimlik temelli politikalara rağmen, birçok eyalette kürtaj karşıtı yasalar geçiyor, daha önemlisi Yüksek Mahkeme yarım yüzyıldır kürtajı ülke çapında hak haline getiren Roe v. Wade adıyla ünlenmiş kararı iptal ediyor, siyahlara yönelik saldırıların sayısı her geçen gün artıyor, Yahudileri hedef alan soykırım projeleri sayıları azımsanmayacak Trump taraftarları arasında giderek yaygınlaşıyor.

Üçüncü Büyük Depresyon’un etkisi altında ve salgın, tedarik zincirlerinin parçalanması, iklim krizi ve nihayetinde Ukrayna savaşının da daha şiddetlendirdiği derin bir durgunlukla birlikte dünya ekonomisi yeniden bir uçuruma doğru hızla ilerliyor. “Kusursuz fırtına”, “kasırga”, ne denirse densin, bir felaketin yaklaştığı kesin. Böylesi ağır bir depresyon altında emperyalist burjuvazinin çeşitli kesimleri “önce ben” diyerek kendilerini kurtarmaya, dünya pazarından daha güçlü pay kapmak üzere halkları milliyetçilik temelinde kutuplaştırmaya yöneliyorlar.  Bunların başını çeken ABD emperyalizmi ve onun saldırı örgütü NATO, eski Sovyetler Birliği coğrafyasında genişlemeye devam ederken, kısa süre önce açıkladığı yeni stratejik konseptiyle asıl Çin’i kuşatma ve Çin ekonomisini dize getirme hedefini açıkça ortaya koyuyor. Batı emperyalizmi, özellikle Tayvan üzerinden Çin’i tahrik ederek ama aynı zamanda Güneydoğu Asya bölgesinde kendisine yeni müttefikler kazanma girişimlerinde bulunarak  hegemonik üstünlüğünü yeniden kazanmaya çabalıyor. Geçtiğimiz iki dünya savaşının da merkezinde yer alan Almanya’da dönüm noktası anlamı taşıyan “Zeitenwende” kavramı yeniden tedavüle girerken, militarizm de hızla yeniden yükseliyor. 

ABD emperyalizminin ve onun savaş örgütü olan NATO’nun Rusya’ya karşı açtığı vekâlet savaşı ile en gelişkin kapitalist ülkelerde dahi burjuva hükümetlerin demokratik haklara saldırılarının aynı madalyonun iki yüzü olduğunu, birinin diğerini beslediğini göz ardı etmemek gerekiyor. Kapitalizmin bunalımı derinleştikçe emperyalizm saldırganlaşıyor, o saldırganlaştıkça başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halklar üzerindeki baskı artıyor. Hemen her ülkede baskıcı rejimler demokratik hakları askıya alıyorlar, faşizm güç kazanıyor. Dünya keskin bir bıçak sırtında ilerliyor.   

Bir yandan savaşlar, emperyalizm, baskıcı rejimler, faşizmin yükselişi, öte tarafta emekçi halkların isyanı, ayaklanmaları, grevler. Ukrayna savaşının yanı sıra ABD’nin Çin’i kışkırtması ile birlikte nükleer bir üçüncü dünya savaşı olasılığı artarken, İtalya ve İsveç seçimlerinin sonuçları faşizmin Avrupa’da hızla ilerlediğini gösteriyor.

Ama öte yandan dünya ölçeğinde sınıf mücadeleleri keskinleşiyor. ABD’de başta hizmetler olmak üzere çeşitli sektörlerde sendikalaşma dalgası ilerliyor, İngiltere’de 40 yıl sonra da olsa ulaşım sektörü başta olmak üzere birçok sektörde grev dalgası canlanıyor. Batı emperyalizminin Rusya’yı kuşatmak üzere Ukrayna’da verdiği vekâlet savaşı yüzünden Rusya’nın Avrupa kıtasına enerji tedariğini kesmesi Avrupa kıtasında enerji fiyatlarını iyice arttırmış bulunuyor. Bunun sonucunda oluşan hayat pahalılığı nedeniyle İngiltere’den Çekya’ya kadar Avrupa’da emekçiler sokağa çıkıyorlar. Ama sadece emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfı değil, Latin Amerika’dan (Peru, Ekvador, Arjantin, Şili vd.) Güneydoğu Asya’ya (Sri Lanka), Ortadoğu’ya (İran, Irak, Lübnan, vd.) ve Afrika’ya (Sudan) varıncaya kadar orta gelirli ve yoksul ülkelerde de emekçi halklar “geçinemiyoruz” sloganı eşliğinde ayaklanıyorlar, mevcut rejimleri bazen sarsıyor, bazen deviriyorlar. Türkiye’de de geçtiğimiz yıldan bugüne sadece fabrikalardaki işçiler değil, kuryelerden market çalışanlarına kadar emekçiler haklarını almak üzere sokaklara çıkıyor, grev yapıyor, fabrikalarını işgal ediyorlar.   

Elinizdeki 50. sayı işte özetlemeye çalıştığımız bu tarihsel koşullarda çıkıyor. Ekonomik durgunluğun bütün dünyayı kasıp kavurduğu ve bir tarafta savaşların ve faşizmin diğer tarafta sınıf mücadelelerinin yükselişe geçtiği böylesi koşullarda dergimizin bu sayısı özel bir önem taşıyor. Bu sayıyı bizim açımızdan anlamlı kılan iki neden var. İlki 16 yıl ve 50 sayı boyunca bu dergiyi herhangi bir aksaklık yaşamadan çıkarmanın kıvancı. İkincisi ise bir dünya savaşı tehlikesinin eşiğinde, böylesi bir tarihsel dönüm noktasında, sadece teorik değil, militan bir teorik-politik dergi olarak emperyalist saldırıya karşı düzenlenmiş bir enternasyonal faaliyete katkıda bulunmanın haklı gururu. 

Bu çerçevede elinizdeki sayıya öncelikle Hristo Rakovski Uluslararası Sosyalist Merkezi’nin ve RedMed internet ağının çağrıcısı olduğu ve 25-26 Haziran 2022 tarihinde gerçekleşen Ukrayna’da NATO’nun vekâlet savaşına karşı Acil Uluslararası Savaş Karşıtı Konferans’ın sonunda yayınlanan sonuç bildirisi ile başlıyoruz. Tüm kıtalardan çok sayıda katılımcının yer aldığı bu siyasi etkinlik, uluslararası işçi sınıfını emperyalizmin saldırganlığı karşısında savaş karşıtı, anti-emperyalist devrimci politika temelinde acil olarak eyleme çağırmayı ve bir mücadele hattını adım adım örgütlemeyi amaçlıyordu. Bu doğrultuda konferansta Ukrayna savaşının karakteri, emperyalizmin yönelişi ve buna karşı nasıl bir emperyalizm karşıtı mücadele yürütmek gerektiği konusunda dünyanın birçok ülkesinden katılımcılar görüş alışverişinde bulundular. Konferansın sonunda yayınlanan sonuç bildirgesinin temel tespitlerinin ve öngörülerinin NATO’nun Haziran sonunda Madrid zirvesinde ilan etiği yeni stratejik konsept çerçevesinde attığı adımlar ve bu doğrultuda ABD’nin Tayvan üzerinden Çin’i kışkırtması ile daha şimdiden doğrulanmış olduğunu söyleyebiliriz. 

Dergide yer alan ikinci yazı “50. sayının esbab-ı mucibesi” başlığını taşıyor ve Devrimci Marksizm yayın kurulu olarak neden 50. sayımızda böyle bir dosya konusuna yer verdiğimizi, bir anlamda derginin varlık nedenini açıklamayı hedefliyor. 

Elinizdeki sayının ana dosya konusu postmodernist solun eleştirisi. Bir başka ifadeyle, bu sayıda Devrimci Marksizm dergisinin kendini solda gören başka düşünce akımlarıyla arasındaki sınır taşlarını işaretlemeyi, bunu Marksizmin dünyayı kavrama ve değiştirme bakımından o akımlar karşısında üstünlüğünü ortaya koyarak yapmayı amaçlıyoruz. 

Söz konusu dosyanın ilk yazısı “Bencillik çağı” başlığı ile Sungur Savran’a ait. Savran’ın yazısı postmodernizm üzerine ama bir postmodernizm eleştirisi olmaktan ziyade kısa bir postmodernizm tarihi. Savran bu düşünce okulunun “modern dünya”ya karşıt olarak bir “postmodern çağ”a girdiği tezini elinin tersiyle itiyor. Araştırma konusu o hayalî kurgu değil. Yazı, postmodernizm hakkında şu tür sorulara cevap arıyor: Postmodernistler ve ona akraba akımların sözcüleri, felsefi argümanlar açısından değil, yaşadığımız dünyanın sorunlarına somut yaklaşım bakımından ne söylüyor, neyi temsil ediyor? Bu fikirlerin yayılması ve popülerleşmesi somut bir süreç olarak hangi yollardan, hangi aşamalardan geçerek gerçekleşti? Bu gelişme neden tam da büyük bir devrimci yükselişin yaşandığı 1968 sonrasında ortaya çıktı? Bu düşünceler neden 1968 sonrası sınırlı bir zaman dilimine özgü olarak kalmadı, tam tersine koskoca bir çağa, şimdilik bütün bir yarım yüzyıla damga vurdu? Düşünce alanında yaşanan bu depreme siyasi alanda ne tür bir gelişme eşlik etti? Siyasi hayatın ideolojik alana etkisinin karşı ucunda, ideolojik alandaki bu gelişme siyasete ne tür bir etkide bulundu? Daha genel olarak denebilir ki, Savran materyalist yöntemle bu sayıda eleştirilen düşünce akımlarının ve bunlar üzerinde yükselen kimlik politikalarının sosyo-ekonomik ve politik temellerini ve sınıf karakterini irdeliyor.

Dosyanın “Post-Marksizm çağı kapanırken” başlığını taşıyan ikinci yazısında Özgür Öztürk, bugün sosyalizmin yeni bir atılım yapabilmesi için maddi koşulların giderek olgunlaştığını, fakat neoliberal döneme özgü siyasi-ideolojik kalıpların hâkimiyetinin de halen devam ettiğini öne sürüyor. Son on yıllar boyunca solda yaygınlık kazanan “kimlik siyaseti” biçimlerine karşı, sınıf merkezli bir hegemonya stratejisinin gerekliliğini tartışıyor. Ernesto Laclau ile Chantal Mouffe’un ortaya attıkları Post-Marksizm teorisini bu açıdan ayrıntılı bir eleştiriye tabi tutuyor. Öztürk’e göre kendisine “Post-Marksist” adını veren bu yaklaşım, politikanın (çatışma ve antagonizma süreçlerinin) ontolojik olarak birincil olduğunu öne sürüp, buradan “toplumun imkânsızlığı” fikrine yönelmektedir. Ekonomik altyapının belirleyiciliği tezini yadsımanın da ötesine geçerek, ayrı bir düzey olarak ekonomik “kerte”nin mevcut olmadığı iddiasına ilerlemektedir. Buradan hareketle işçi sınıfının anti-kapitalist mücadele içindeki “ayrıcalıklı” rolünü reddetmektedir. Öztürk, bu teorinin hiçbir şekilde bir “sosyalist strateji” öneremeyeceğini, olsa olsa bir stratejisizlik halini yansıtabileceğini gösteriyor. Günümüzün genişlemiş işçi sınıfının, kapitalizmin ötesine geçecek yeni bir sosyalizm projesinde en doğal ve mantıklı başlangıç noktasını oluşturacağını savunuyor.

Dosyanın üçüncü yazısı “Postmodernist ve postyapısalcı felsefenin açmazları” başlığını taşıyor. Yazar söz konusu felsefenin ontolojik açıdan anti-realist, düz ontoloji eksenli ve olumsallığı merkeze alan ön kabuller üzerinden ontoloji ve epistemolojiyi birbirine karıştırmakta olduğunu savunuyor. Sakarya'ya göre postyapısalcılık, sosyal inşacı yaklaşımı temelinde gerçekliği maddi yapısal temellerden yoksun bir biçimde birbirlerine hiyerarşik olmayan bir tarzda eklemlenmiş söylemsel ve söylemsel olmayan öğelerin bileşkelerinden oluşan sosyal ve tarihsel bir ürüne indirgemektedir. Yazar bahsi geçen çoğulcu belirlenim modelinden beslenen postyapısalcı felsefede son kertede söylemsel ilişkilerin söylemsel olmayan ilişkileri belirleyen ayrıcalıklı bir konumda olduğunu belirtiyor. Sakarya’ya göre postyapısalcı felsefe söylemsel ve söylemsel olmayan ilişkileri birbirileri içinde eriterek söylemsel ilişkilerin yapısal anlamda söylemsel olmayan doğal ve pratik ilişkiler zemininde hiyerarşik ve katmanlı bir ontoloji bağlamında belli eğilimler çerçevesinde şekillendiğini unutmakta ve söylemsel pratiklerin gerçekliği inşa ettiği kabulüne dayalı dilsel bir fetişizme saplanmaktadır. Sakarya söz konusu felsefenin epistemolojik anlamda görelilikçiliğe dayalı anti-özcü yaklaşımında gerçekliği gerçekliğin bilgisinden ayıramaması nedeniyle bilginin test edilebilirlik olanağını es geçerek hakikat ve kurguyu birbirine karıştırdığını ve eleştirelliğini yitirdiğini savunuyor. Son olarak bu temelde Sakarya postyapısalcılığın anti-otoriterliğinin otoriteyi tarihsel olarak ortadan kaldırabilmenin maddi koşullarını hiçe sayarak anarşizmle bu noktada özdeşleştiğini ortaya koyuyor. Bu minvalde yazar postmodernist yaklaşımın aksine Marksizmin kapitalizm var olduğu sürece insanlığın aşılmaz ufku olacağı iddiasını yeniliyor ve uygarlık krizinin çözümü noktasında proleter sınıf mücadelesinin ve onun rehberi olan Marksizmin önemini vurguluyor.

Dosyanın bir diğer yazısı Murray Bookchin’in komünalizm felsefesi üzerine. Bookchin uzunca bir süredir dünya liberter sol geleneği, Türkiye’de de özellikle Kürt hareketi üzerinde önemi azımsanamayacak derecede etki yaratmış bir yazar. Şiar Rişvanoğlu, “Bookchin’in ‘idealist’ yolculuğu: ‘Komünizm’den anti-Marksist ve anti-Leninist ‘komünalizm’e!” başlıklı yazısında “Marksizmi aşma”, “yeni bir teori yaratma” iddiasında olan Bookchin’in teorisini eleştirel bir gözle değerlendiriyor. Bookchin’in sınıfa, kapitalizme, devlete ve emperyalizme bakışındaki açmazları ele aldığı yazısında Rişvanoğlu, Bookchin’in radikal demokrasi ve komünalizm teorisi ile aslında ideolojik olarak anti-Marksist ve anti-Leninist olduğu, felsefi olarak ise katıksız bir idealist olduğu sonucuna varıyor. 

Ana dosyamızın son yazısında biraz sıradışı bir şekilde feminizm içi bir tartışmayı okurlarımıza aktarmak üzere, Martha Nussbaum’un önceki yıllarda kaleme aldığı bir yazısına yer veriyoruz. Bunun nedenini şöyle özetleyelim: Postmodernizmin toplumsal ilişkileri maddi temellerinden kopararak söyleme indirgeyen sözde “siyaset”i, üçüncü dalga feminizmle birlikte kadınların kurtuluşu ve cinsiyet eşitliği mücadelesine de sızdı. Bu, feminizm içinde büyük bir yarılmaya yol açtı. Feministlerin bir kısmı, sadece kadın ve erkeğin salt biyolojik temelde tanımlanamayacağını söylemekle kalmıyor, bunların toplumsal inşadan ibaret birer kimlik olduğunu vazediyor. Buradan herkesin arzu ederse kendi cinsiyetini seçebileceğine dair bir anlayış türüyor. Bu “siyaset”, kapitalist düzenin erkek egemen karakterini silikleştirirken, kadınların somut iktisadi ve sosyal taleplerini bir kenara itiyor. Cinsiyet eşitliği mücadelesinin bu şekilde sulandırılmasına, kadının adının feminizmden silinmesine giden bu yolu açanların başında Amerikalı akademisyen Judith Butler geliyor. Bir başka Amerikalı feminist düşünür Martha Nussbaum, bu sayımızda yer verdiğimiz yazısında, Butler’ın, “kuir teori” olarak da anılan bu yaklaşıma katkısını yer yer mizahi bir dil kullanarak gösterirken, Butler’ın yazılarında kullandığı üstü kapalı, anlaşılması zor üslubunun (postmodernist düşünürlerin sıkça başvurduğu “anlaşılmazlık zırhının”) tabiri caizse, yapı sökümünü yapıyor.

Bu sayıda yer alan bir diğer dosya konusu “Türkiye tarihine bakışta Marksizm ve karşıtları” başlığını taşıyor. Alp Yücel Kaya “Üretim Tarzı, Sınıf, Devlet: Solun Türkiye Tarihiyle Sınavı” başlıklı yazısında solun Türkiye tarihi yazınını değerlendiriyor. Kaya yazısına, 1920’lerden 1990’lara kadar tüm dünyada sosyal bilimcileri tarih yazınının meşgul ettiğini ve bu yazının araştırma gündemini ise üretim tarzı, sınıf ve devlet başlıkları altında Marksizmin belirlediği tespitiyle başlıyor. Türkiye’de ise üniversite içinden ve dışından, Marksist olsun olmasın farklı kesimlerin tartışmalara katılımıyla gelişen tarih yazınının önünde sınıflı toplum ve doğrusal tarih olmak üzere iki konu başlığının öncelikli olarak öne çıktığını ortaya koyuyor: ilk başlıkta burjuva tarihçilerin büyük çoğunluğu adil/kerim devlet ve ahenkli toplum yapısını, Marksizm’den beslenen tarihçiler ise sınıflı toplum yapısını ve sınıf çatışmalarını ele alıyorlar; ikinci başlıkta ise bazıları Avrupa tarihi ile tanımlı evrensel özellikleri barındıran üretim tarzları arasındaki aşamalı geçişleri, bazıları ise özgünlük ve evrensellikleri içi içe barındıran gerileme ve sıçramaları öne çıkarıyorlar. Kaya yazısının ilk bölümünde geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde Marksist perspektiften beslenen tarihçiler ile burjuva tarihçilerinin sınıflı/sınıfsız toplum tartışmalarına odaklanıyor. İkinci bölümde Marksist tarih yazını içerisinde 1950-1960’larda doğrusal tarih anlayışına eleştirel olarak gündeme gelen ama aynı zamanda ekonomi dışı unsurların belirleyiciliği ve özgünlükleri vurgulamasıyla burjuva tarihçilerin adil/kerim devlet ve sınıfsız toplum perspektifleri ile örtüşen Asya Üretim Tarzı (AÜT) perspektifini dönemin tartışmaları bağlamında inceliyor. Bu bağlamda 1970’lerde AÜT’ten kapitalizme geçişi ele alan yeni yaklaşımları da devlet ve sınıflar ile ekonomik temelin belirleyiciliği başlıkları altında tartışıyor, eleştirel yaklaştıkları doğrusal tarih anlatısından kopamadıklarını vurguluyor. Üçüncü bölümde, 1960’ların sonunda sol hareket ve örgütlerin devrim stratejisi bağlamında ortaya koydukları (doğrusal tarih anlayışını yansıtan) birbirine alternatif üretim tarzı okumaları (feodalizm vs. kapitalizm) ve tartışmalarını ele alıyor. Dördüncü bölümde, devrimci strateji kadar sınıflı-sınıfsız toplum, doğrusal tarih, ekonomik temelin belirleyiciliği sorunlarını aşma yönünde ortaya çıkan Eşitsiz ve Bileşik Gelişme (EBG) yaklaşımının, Türkiye’de 1970’ler ve 1980’lerdeki gelişimini inceliyor. Kaya, bu yaklaşımda sınıfsal dinamikler ve çatışmaların ön plana çıkarıldığını, ekonomik determinizme mesafe alarak toplumsal gerileme ve sıçramalar ortaya konabildiğinin altını çiziyor. Ayrıca özgünlükler ile evrensel özelliklerin diyalektik birlikteliğini ortaya koyan bu yaklaşımın Türkiye’deki solun tarih yazınında neredeyse kördüğüm haline gelen özgün-evrensel ikilemini de Avrupa-merkezciliği aşan bir evrensel perspektifle çözdüğünü vurguluyor. Bir sonraki bölümde ise Türkiye Marksist yazınında üretkenliği ve kuramcı yönüyle istisnai bir yerde duran Hikmet Kıvılcımlı’nın, doğrusal tarih yaklaşımı eleştirisi olarak geliştirdiği ve EBG ile belli derecelerde koşutluk gösteren Tarih Tezi’ni değerlendiriyor. Sonuç bölümünde Türkiye tarihi yazınında 1960-1990 arasındaki hararetli tartışmaları değerlendirirken 1990’lar sonrasında üretim tarzı, sınıf ve devlet başlıklarındaki çalışmaların neredeyse sönümlendiği yazındaki sınırlı gelişmeleri de tartışıyor.

50. sayımızda son olarak yakın dönem Türk edebiyatında öykücülüğüyle öne çıkan isimlerden Ahmet Büke’nin kısa süre önce yayınlanan Deli İbram Divanı adlı romanını ele alan bir yazıya yer veriyoruz. Hıdır Bozkurt ve Ahmet Bulut Tamgörü, “Deli İbram Divanı’nda bitmeyen bir kavga” başlıklı yazılarında Büke’nin romanını, edebiyat ve iktisat dünyası arasındaki “iletişimi” dikkate alan bir çerçeveden ve Marx’ın Kapital’de ilk birikim analizi ışığında değerlendiriyorlar. Yazarlar bir adada yaşayan roman karakterlerini, emekçilerin mülksüzleşmesi, kendine özgü koşullarda gerçekleşen ilk birikim süreçleri, sınıf ilişkileri ve mücadeleleri ekseninde ele alıyorlar. Bu kitap değerlendirmesinde yazarlar romanın Ignazio Silone’nin Fontamara adlı eseriyle benzerlikleri üzerinde de durarak karşılaştırmalı edebiyat açısından da ilginç tespitlerde bulunuyorlar.  

Dünya kapitalizminin ciddi bir durgunluğa sürüklendiği, emperyalizmin dünyayı savaşa ve uygarlık çöküşüne doğru sürüklediği zor bir dönemde işçi sınıfının ve ezilen tüm toplumsal kesimlerin özgürleştiği bir toplumu yaratmak için devrimci Marksist ve teorik-politik bir dergi olarak üzerimize düşeni yapmaya, sınıf bilincinin bayrağını ileri taşımaya devam edeceğiz. Bir sonraki sayımızda tekrar buluşmak dileğiyle nice 50. sayılara…