You are here

Devrimci Marksizm 44

Bu sayı

Geride bırakmaya hazırlandığımız 2020 yılı, gelecekte hem dünya kapitalizmi açısından hem de Türkiye’de AKP iktidarı açısından politik-ekonomik sınırların belirginleştiği, yönetememe halinin giderek açıklık kazandığı bir yıl olarak hatırlanacak muhtemelen. 2008 sonlarında başlayan “Üçüncü Büyük Depresyon”, hızla küresel nitelik kazanan Koronavirüs salgınının da etkisiyle derinleşerek yeni bir evreye girmiş bulunuyor. Başta ABD olmak üzere birçok ülkede pandemi nedeniyle sert ekonomik daralmalar yaşanırken, iflaslar artıyor, işsizlikte rekorlar kırılıyor, bütçe açıkları göklere tırmanıyor. Böyle bir çöküntünün ortasında kapitalist devletlerin hükümetleri, genel olarak, virüsten korunma sorumluluğunu vatandaşa, toplu çalışılan yerlerde alınacak tedbirleri ise patronların insafına bırakmış durumdalar. Tam bir acz tablosu ile karşı karşıyayız.

Burjuvazi bocalıyor. Fakat karşısında örgütlü ve etkili bir işçi sınıfı olmadığında sorunları ötelemeyi veya rafa kaldırmayı başarıyor. Örneğin ABD’de, seçim yılı olmasının da etkisi ile politizasyon artmış, “herkes için sağlık sigortası” gibi talepler dillendirilmeye başlanmıştı. Black Lives Matter (BLM) hareketi de büyük bir protesto dalgasının başını çekmişti. Yerleşik düzen, bu türden talepleri ve protestoları söndürmeyi başardı. Yine de bu, yerleşik düzenin her zaman başarılı olacağı anlamına gelmiyor. Depresyon ortamında inişli çıkışlı bir tempo ile süregiden yeni devrimci dalga (dünya devriminin üçüncü dalgası), büyük alt-üst oluşlara hazırlıklı olmak gerektiğini göstermiş bulunuyor. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesini güçlen- dirmenin, enternasyonal siyasi örgütlenmenin önemi tekrar tekrar ortaya çıkıyor.

Önümüzdeki dönemde dünya kapitalizminin şiddetli bir sermaye değersizleşmesi dalgası ile karşılaşacağı şimdiden öngörülebilir. Krizin derinleşmesi, sınıf mücadelesinin de sertleşmesi demek. Mücadele hem sermaye ile işçi sınıfı arasında, hem de bizzat sermayelerin kendi aralarında cereyan ediyor, edecek. Sermaye içi çatışmaların ülkeler arasında gerilimlere, hatta savaşlara yol açacağı da kesin. Büyük güçler arasında şimdilik ticaret savaşları veya vekâlet savaşları biçiminde yaşanan çelişkilerin daha büyük çatışmalara dönüşmesi sürpriz olmayacak.

Böyle bir ortamda, AKP-MHP Türkiyesi, Osmanlı kıyafetleri giydirilmiş militarist heveslerini artık gizlemeye dahi gerek duymuyor. Dişine göre birilerini bulup hırpalamak için etrafa bakınan bir bıçkın edasıyla, imparatorluk hayalleri görüyor. Bir tarafta askıda ekmek, diğer tarafta “bölge gücüydük, artık küresel güç oluyoruz” iddiası. Bir yanda iki maskeyi dağıtamayan, vatandaşa IBAN numarası veren bir garibanlık, diğer yanda önüne gelene posta koyma çabası. Fakat bu iki tavır aslında birbiriyle çelişmiyor, aksine biri diğerini koşulluyor. Ülke içinde siyasal açıdan epeyce zayıflayan, ekonomik krize herhangi bir çözüm kapasitesi bulunmayan iktidar, varlığını sürdürebilmek için olağanüstü koşulları (savaş dâhil) sürekli kılmaya çalışıyor. Ayrıca kriz ortamında sermayeyi memnun edebilmek için de emekçilerin sırtına daha fazla binmesi gerekiyor. Bu bakımdan pandemi ortamını kendisi için bir fırsat olarak görüyor. 12 Eylül dikta rejiminin bile dokunamadığı kıdem tazminatı hakkını budamaya ve zaman içinde ortadan kaldırmaya dönük hamlelere girişmesi, gözünü ne kadar kararttığını gösteriyor.

Türkiye işçi sınıfı, sermayenin saldırılarına, Somalı madencilerin ağzından “Vallahi de korkmuyoruz, billahi de korkmuyoruz sizden” diyerek yanıt verdi. Her türlü baskıya rağmen geri adım atmayan maden işçisi, gerçek muhalefetin nasıl yapılacağını bir kez daha kanıtladı. İşçi sınıfının bu muazzam potansiyelini salt hak aramanın ve direnişin ötesine taşıyabilmek gerekiyor. İşçilerin haklarının kalıcı olabilmesi için, işçilerin iktidarda olması gerekiyor. Bunun için de kendisine sosyalist diyen, devrimci diyen yapıların ve örgütlerin düzen partileri ile flört etmeyi bırakıp bir an önce yüzlerini işçi sınıfına dönmeleri, sınıfla bütünleşmeleri gerekiyor.

Devrimci Marksizm okurları, Koronavirüs salgınının başlangıcından itibaren pandeminin sınıfsal niteliğine dikkat çektiğimizi anımsayacaklardır. Bu sayımızda da ilk yazı, pandemi ile mücadelenin Türkiye ayağını inceliyor. Ertuğrul Oruç, Çin’de ortaya çıktıktan sonra pandemi halini alan Koronavirüs salgınına karşı Türkiye’nin geliştirdiği politikaların sınıfsal bir gözle eleştirisine girişiyor. Yazar, Türkiye’nin salgının henüz ülkeye girmediği, salgına karşı tahkimat yapılabilecek hazırlık dönemini heba ettiğini, salgın ülkeye girdikten sonra ise virüse karşı aşının ve ilacın bulunmadığı bir ortamda, salgının yayılmasını önleyecek yegâne önlemler olarak tarif ettiği izolasyon ve karantina önlemlerini ve test politikasını sınıfsal bir tercih yaparak burjuvazinin çıkarları doğrultusunda düzenlediğini tespit ediyor. Ayrıca Türkiye’nin salgın öncesi dönemde uyguladığı birtakım akıl dışı sağlık hizmeti uygulamalarının tamamen tesadüfi şekilde kendi lehine sonuç verdiğini, bu sayede sağlık kapasitesinin zor da olsa salgına cevap verebildiğini vurguluyor. Yazar, sal- gının birinci dalgasının ilk perdesinde hükümetin süreci yönetebileceğine dair özgüven kazandığı, bu özgüvenin kırılmasının gerektiği, bunu yapacak tek gücün de işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanarak olabileceğinin altını çiziyor. Sonuç kısmında ise yazar, veriler sunarak virüsün herkesi aynı derecede etkilemediğini, işçi sınıfının ve ezilenlerin daha fazla etkilendiğini, dolayısıyla çözümün de sınıfsal olması gerektiğini, bunun için de ulusal ve uluslararası düzeyde örgütlenmiş güçlü devrimci işçi partilerinin inşasının elzem olduğunu öne sürüyor. 

Volkan Sakarya “Marx’ın ekoloji anlayışı ve ekolojik kriz” başlıklı yazı dizisinin ikinci yazısında, yaşadığımız ekolojik krizin iktisadi temellerini Marksist bir perspektiften ortaya koyuyor. Yazının ilk bölümünde, Sakarya, sermayenin doğayı bedava mülk edinmesi temelinde oluşan çevresel dışsallıkların, sermayenin doğayla olan karşılıklı etkileşiminde oynadığı olumsuz rolü ve söz konusu dışsallıkların piyasa yöntemleriyle neden içselleştirilemeyeceğini inceliyor. Yazının ikinci bölümünde ise, soyutlama düzeyleri açısından Marx’ın Kapital’inde izlenen mantıksal sıra çerçevesinde kapitalizmin hareket yasalarının çevresel dışsallıklar üzerinden doğayı nasıl sistematik bir şekilde yıkıma uğrattığını somut bir şekilde gösteriyor. Sakarya’nın iddiası iç içe geçen ekolojik ve ekonomik krizlerin birbirlerini büyüyen ölçeklerde üretirken, kâr için üretim gerçeği ile insan ihtiyaçları için üretim ihtiyacı arasındaki çelişkinin gün geçtikçe daha çok büyüdüğü ve kapitalizmin dünyayı gün geçtikçe daha da yaşanılmaz kıldığı yönünde.

Sungur Savran, ilk kısmı 41-42. çift sayımızda yer alan “Bir ihtilal olarak Millî Mücadele” başlıklı yazısının ikinci kısmında, Anadolu’da yaşanan devrimci dalganın bir sürekli devrim haline gelme istidadı gösterip göstermediği sorusu üzerine eğiliyor. Savran bunu yapmak için, önce devrimlerin hangi kanallardan ilerlediğine ilişkin basma kalıp görüşleri eleştirirken, başka şeylerin yanı sıra, bazen devrimin ilerleme biçiminin düpedüz savaş olduğunu da saptıyor. Ardından gözünü Anadolu’ya çevirerek Kuvayı Milliye olarak anılan, düzenli ordu dışında halkın inisiyatifiyle kurulan askeri birliklerin içinde köylülüğün rolünü inceliyor. Savran’a göre, Kuvayı Milliye içinde bir sınıf mücadelesi yaşanmış, burjuvazinin temsilcisi Ankara, devrimi köylülüğün etkisine sokma potansiyeli yaratan müfreze güçlerini, en önemlisi Çerkes Ethem’in Kuvayı Seyyare’sini, bilinçli olarak bastırmıştır. Sav- ran, bu tezi ileri sürerken Anadolu’da esen devrimci rüzgârda genç Sovyet devletinin hegemonyasını da bir faktör olarak vurguluyor. Yazının bir sonraki sayımızda yayınlanacak olan son kısmı, “Mustafa Suphi’leri kim öldürdü?” başlığı altında Türkiye Komünist Fırkası’nın Millî Mücadele’deki yerini inceleyecek.

Bu yıl, önderimiz ve ustamız Friedrich Engels’in doğumunun 200. yılı. Ayrıca Lenin’in doğumunun 150., Trotskiy’in Stalin’in bir ajanı tarafından katledilmesinin ise 80. yıldönümü. “Marksizmin ustaları” başlıklı dosyamız bir yandan bu yıldönümüne binaen Engels üzerine bir yazı ve bir kitap tanıtımını, diğer yandan da onun takipçisi iki büyük devrimci, Trotskiy ve Lenin üzerine iki yazıyı içeriyor. Dosya- nın ilk yazısında Alper Öztaş, Batı Marksizmi geleneği içinden Engels’e yöneltilen eleştirilerin karşı eleştirisine girişiyor. Özellikle Karl Korsch ve György Lukács’ın çalışmalarına odaklanan Öztaş, bu iki düşünürün Engels’e getirdikleri eleştirilerin daha ziyade Hegel-öncesi, Kantçı-pozitivist bir zemine sıkıştığı tespitini savunuyor. Öztaş’a göre, Hegel diyalektiğini kavrayamayan, bir anlamda Hegel’e yükselemeyen düşünce kaçınılmaz olarak Kant’a geri düşecektir. Bunun sonucu ise Marksist diyalektik maddeci yöntemden tümüyle uzaklaşılmasıdır.

Emre Bayır, Terrell Carver’ın, Engels’in sadece siyasal mücadelesini ve düşünsel üretimini değil, gençlik yıllarıyla birlikte hayatının diğer yönlerini de ele alarak okuyucusuna kapsamlı bir yaşam öyküsü sunan Friedrich Engels: Yaşamı ve Düşüncesi kitabını değerlendiriyor. Bayır, Engels’in içinde doğduğu, büyüdüğü şartların ve etkilendiği fikirlerin yaşamına yayılan etkilerini, Engels’i nelerin Engels yaptığını yakından incelemek isteyen okuyucuların yararlanabileceği bir kaynak olmasına rağmen, bu çalışmanın zayıf ve yanıltıcı yanlarının olduğuna dikkat çekiyor. Bayır, Engels’in devrimciliğinin, bu kitapta aktarılan haliyle, diğer insani yönleri arasında büyük ölçüde kaybolması ve yaşamının son 40 yılının neredeyse sadece bir yazar ve düşünür olarak aktarılması sebebiyle, Carver’ın, Engels’in “Yaşamı ve Düşüncesi”ni tanıtmak için yeterince doğru ve dengeli bir tablo çizemediği sonucuna varıyor.

“Geçiş Programı’nın yapısı ve yöntemi” başlıklı yazıda Levent Dölek, 1938 yılında IV. Enternasyonal’in programı olarak kabul edilen ve Lev Trotskiy tarafından kaleme alınan Geçiş Programı’nın yapısı ve yöntemi üzerine yoğunlaşıyor. Geçiş Programı’nın kullandığı yöntemi, devrimci parti ile kitlelerin eylem içindeki etkileşimini merkezine alarak inceleyen makale, günün koşullarından devrimci duruma kadar kitlelerin eylem içinde hem bilinç hem de örgütlülük yönünden hareketini ve gelişim aşamalarını irdeliyor. Bu yönüyle 21. yüzyılda proleter sosyalizminin programının nasıl olması gerektiğine dair bir tartışma açıyor.

Engels’in doğumunun 200. yılı, ama aynı zamanda Lenin’in doğumunun 150. yılı demiştik. Önceki sayılarımızda, son dönemde Lenin üzerine araştırmalarda belirgin bir canlanma yaşandığını, bu konuda birbiri ardına önemli eserlerin çıktığını belirtmiştik. Ayrıca bu literatürün nitelikli çalışmalarını ele alan kitap değerlendirmelerine dergimiz sayfalarında yer vereceğimizi söylemiştik. Bu çerçevede, Lars Lih’in iki kitabını değerlendiriyoruz. Özgür Öztürk, Lih’in Lenin: Farklı Bir Yol ve Lenin’i Yeniden Keşfetmek başlıklı kitaplarını bir arada ele alıyor. Lih’in Lenin yorumunun özgün yanlarını, güçlü ve zayıf yönlerini tartışıyor. Lih’in çalışmasının genel anlamda çok önemli ve değerli olduğunu teslim ediyor, ama aynı zaman da Lih’in Lenin’in ekonomizm eleştirisini biraz fazla hafife aldığını öne sürüyor. Öztürk’e göre, tam aksine, Lenin tüm yaşamı boyunca “ekonomist” kavrayışla mücadele etmiş, ekonomizmi ve onun akrabası sendikalizmi burjuva ideolojisinin işçi hareketi içindeki etkisi ile ilişkilendirmiştir.

Bir süredir ara vermek zorunda kaldığımız akar dosyamız “Sosyalist planlama” bu sayıda yine başlıyor. Dosyada Sungur Savran’ın Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nin yaklaşık 30 yıl önceki çöküş döneminde kaleme aldığı bir yazı var. Yazının bağlamı o günün tartışmaları olduğu için dönemin revaçta kavramı “Piyasa Sosyalizmi” başlıkta dahi yerini alıyor. Ama yazının kalıcı yanı, 20. yüzyıl sosyalist planlama deneyiminin pratikte ortaya çıkan zaaf ve kusurlarının planlamanın içkin sorunlarından değil, sosyalizmin tek tek ülkelerin sınırları içine hapsedilmesinden ve bürokratik yozlaşmadan kaynaklandığını somut argümanlarla ortaya koyma çabası. Yani sosyalist inşa yeniden kendine alan bulduğunda şayet yönetici kadro ve organlar yeterince bilinçli ise eski sorunlar tekrarlanmayacak ve sosyalizm gerçekten başarılı olacaktır. Orijinal yazı, konunun önemi ve az tartışılmış olması dolayısıyla çok uzundu. Yazı Devrimci Marksizm’de iki bölüm halinde yayınlanıyor. Gelecek sayımızda ikinci bölüm de yayınlanacak.

Önümüzdeki sayılarda görüşmek üzere ...