You are here

Gezi’nin ihtişamı ve sefaleti

Dergimizin önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan 53. sayısında Gezi halk isyanının 10. yıldönümü vesilesiyle bir “Gezi Dosyası” hazırlandı. Dosyada yayınlanacak yazılardan biri Sungur Savran tarafından kaleme alındı. 31 Mayıs-1 Haziran Gezi isyanının tam tamına 10. yıldönümüne rastladığı için aşağıda yoldaşımızın yazısının birinci bölümünü yayınlıyoruz. 

...proletarya devrimleri, örneğin on dokuzuncu yüzyıldaki proletarya devrimleri, sürekli olarak kendilerini eleştirir; sürekli olarak kendi akışlarını kesintiye uğratırlar; onu yeniden başlatmak üzere, görünürde tamamlanmış olana geri dönerler; ilk girişimlerinin her türden eksiklikleriyle, zayıflıklarıyla ve zavallılıklarıyla acımasız bir titizlikle alay ederler; düşmanlarını, yalnızca, topraktan yeni güçler kazanabilmesi ve kendi karşılarına çok daha devleşmiş biçimde dikilebilmesi için yere sermiş görünürler; sürekli olarak, kendi öz amaçlarının belirsiz devasalığı karşısında yeniden korkuya kapılarak geri çekilirler; her türden geri dönüşü olanaksız kılacak durumun yaratılmasına ve koşulların kendilerinin şu şekilde bağırmasına kadar: Hic Rhodus, hic salta! Gül burada, burada dans et!

Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i[1]

 1. Gezi neyi başardı?

Bizim için Gezi’nin en önemli yanı, AKP’nin gerici, baskıcı ve işçi düşmanı politikalarına karşı koymanın çeşitli biçimleri arasında en etkilisi olan kitle mücadelesinin cisimleşmiş hali olmasıdır. Gezi patlak verdiğinde AKP iktidarda on yılını doldurmuştu. O zamana kadar solun bu hükümete ilişkin tutumunu iki ana ideolojik akım belirlemişti.[2] Bunlardan sol liberalizm bu gerici hükümete karşı çıkmak bir yana, onu destekliyordu. Bu düşünce tarzının savunucularının geliştirdikleri argüman, devlet-sivil toplum ya da merkez-çevre karşıtlığına yaslanıyordu. İddia şuydu: Türkiye’de, çekirdeğini ordunun oluşturduğu devletin hâkimiyetinde, demokrasiyi, “sivil toplum”u, hatta kapitalizmin gelişmesini engelleyen “merkez”in karşısında taşralı-Müslüman “çevre” güçleri demokrasinin, kalkınmanın ve ilerlemenin motoru olacaktı. Marksistler bu tür bir politikanın nasıl ağır riskler yaratacağı konusunda sol liberalleri erkenden ve sık sık uyardı ama 20. yüzyılın sosyalist inşa deneyimlerinin çökmesi dolayısıyla Marksizmin prestiji çok düşük olduğundan bu uyarılara kulak asılmadı.

Solun, Kemalizmin hâlâ büyük ölçüde etkisi altındaki diğer akımı ise tam ters yönde bir stratejiyi savunuyordu: AKP, bir ordu darbesiyle iktidardan uzaklaştırılmalıydı. Bu yöntem geçmişte, bazen çok kısa süreli olarak olsa da başarılı olmuştu; öyleyse AKP de kendinden öncekiler gibi bu yöntemle yenilgiye uğratılmalıydı.

Her iki yöneliş de feci şekilde çuvallayacaktı. İslamcıların önderliğinde bir demokratikleşme atılımı rüyası, uluslararası solun tarihine kendini ve halkı aldatmanın en yüz kızartıcı örneklerinden biri olarak geçiyordu. Solun karşı kanadının darbeciliği ise, 12 Mart ve 12 Eylül gibi askerî darbelerin yarattığı devasa sorunlar bir yana, yeni bir güçler dengesi ortamında darbenin günü geçmiş bir araç olduğu gerçeğine çarparak parçalanacaktı.

Gezi halk isyanı, kitlelere, sömürülen ve ezilen çoğunluğun, hâkim sınıfların farklı kanatlarından bağımsız kalarak, sosyal ve politik taleplerini kendi mücadeleleri sayesinde kazanma yolunda farklı bir bakış ve yöntemin olanaklı olduğunu kanıtlıyordu. Bu, Gezi’nin günümüz Türkiye’sinin siyasi iklimine ilişkin en ilham verici boyutuydu. Halk isyanının bu doğrultuda sağlam bir miras bırakmış olup olmadığı daha tartışmalıdır. Buna aşağıda döneceğiz.

Bu son soruya vereceğimiz cevaptan bağımsız olarak, halk isyanı Erdoğan’ın iktidarı açısından bir dönüm noktası oluşturdu. Halk isyanına kadar geçen sürede AKP toplumun önemli katmanları üzerinde hegemonya kurmuştu. Emperyalist ülkelerden sınırsız denebilecek bir destek alıyordu. Seçimlerde elde ettiği başarı her yeni oylamada artıyor, 12 Eylül 2010 anayasa değişiklikleri referandumunda yüzde 58 ile doruğuna çıkıyordu. Tabii bu son başarıda sağın ve solun liberallerinin desteği de epey bir rol oynamıştı. Bu seçim başarısı, Erdoğan’a o güne kadar yaşanan örneklerden farklı olarak, askerî müdahaleler karşısında olağanüstü bir dirençlilik kazandırıyordu.

Oysa Gezi depremiyle birlikte, Erdoğan içeride olsun dışarıda olsun birçok müttefikini yitirmeye başladı. O güne kadar kendisine düşman olarak bakmış güçlerle ittifak yapması gerekli hale geldi. Böylece 2013’ten sonra, daha öncesinden farklı olarak, Erdoğan’ın iktidarda yolculuğu hep sarsıntılı ve inişli çıkışlı oldu.

Erdoğan’ın o zamandan bu yana karşısına çıkan birçok tuzağı ve engeli aşmış olması Gezi isyanından sonra işinin çok daha zor hale gelmiş olduğu gerçeğini değiştirmez. Önemli olan şudur: Bu güçlükler, onu birçok defa yan yollara sapmak ve böylece stratejik güzergâhından uzaklaşmak zorunda bırakmıştır. Yani Gezi Erdoğan’ın yirmi yıllık iktidarını neredeyse eşit olarak ortasından ikiye bölmüştür.

En çarpıcı şekilde söyleyelim: Askeriye, yüksek yargı, üniversite ve geçmişten beri sivil hükümetler üzerinde laikliğin ve Batı kurumlarıyla ilişkilerin muhafazası amacıyla vesayet uygulayan bütün burjuva kurumlarının Erdoğan’ı on yıl boyunca yolundan çevirememesine karşılık, Gezi halk isyanı iktidarı derinden sarsmayı başarmıştır.

Gezi isyanı, aynı zamanda, 2015 ortalarına kadar devam eden bir dizi toplumsal mücadelenin de açılışını müjdeleyen olaydır. Aslında bu yazıdaki ana tezlerimizden biri Gezi olaylarının anlamının ancak 2013-2015 arasında yaşanan bir toplumsal patlamalar ve isyanlar dalgası bağlamında tam olarak kavranabileceğidir. Bu konuya aşağıda döneceğiz.

Halk isyanı açıktır ki bir dizi politik ve sosyal güç açısından bir sınav rolü de görmüştür: İşçi sınıfı ve sendikalar, Kürt hareketi, değişik sosyalist parti ve hareketler, ana muhalefet partisi CHP ve elbette diğer bütün toplumsal sınıflar Gezi’de sınanmıştır. Bir anlamda, Gezi gelecekte yaşanabilecek toplumsal patlamaların ve kalkışmaların kostümlü provası olmuştur. Bu halk isyanından ders çıkarmak istiyorsak, hiç kuşku yok ki sınıf karakterini anlamak zorundayız. Bu konuda hiçbir kolaycı formül yoktur. Elinizdeki yazı, gelecekte yaşanması olası gelişmelere ışık tutabilmek için bu meseleye epeyce ayrıntılı ve soğukkanlı bir bakışla yaklaşacaktır.

İçeride bir dizi yeni kalkışmayı tetikleyen Gezi isyanı, kendisi de Arap devrimlerinin çağrısına bir yanıt olarak görülmelidir. Hiç kuşku yoktur ki, Gezi uluslararası gelişmelerden, özel olarak da kendinden önce yaşanan ve Mısır’da Tahrir meydanından ABD’deki Wall Street İşgali hareketine kadar uzanan devrimler ve isyanlar dizisinden derinlemesine etkilenmiş, sonra kendisi de Brezilya’da birkaç gün içinde büyüklü küçüklü 600 kente yayılan ve “Aşk hikâyesi bitti, burası artık Türkiye” sloganıyla ilerleyen mücadeleye esin kaynağı olmuştur.[3] Biz, büyük bir çeşitlilik arz eden bu hareketlerin tamamına “dünya devriminin üçüncü dalgası” adını veriyor ve Gezi adıyla anılan halk isyanını bu dalganın asli bir parçası kabul ediyoruz. İşin bu boyutuna aşağıda daha ayrıntılı olarak döneceğiz.

Daha tarihî bir perspektiften bakıldığında, Gezi, 20. yüzyıl başından itibaren bu topraklarda yaşanan halk hareketleri arasında en geniş tabana dayanan toplumsal patlama olarak öne çıkar.[4] Başka çalışmalarımızda ayrıntılı olarak ortaya koymaya çalıştığımız gibi Türkiye 20. yüzyılın ilk çeyreğinde iki burjuva devrimi yaşamıştır.[5] Daha sonra, 1970’te ilk proleter ayaklanmasıyla (15-16 Haziran) karşılaşmıştır. Ayrıca 1970’li yılların başında gerilla ayaklanmaları yaratma yolunda akamete uğramış girişimler olmuştu. Nihayet, 1984’ten itibaren ülkede bir savaş başlamış, bu savaşa zaman zaman büyük kitle hareketleri de eşlik etmiştir.

Bunlardan ilk burjuva devrimi, Balkan yarımadasında bir dizi gerilla mücadelesi ile Anadolu’da gerçek bir halk hareketinin bir bileşimi olarak yaşanmıştı. Gezi olayı ile coğrafi yaygınlık ve kitle katılımı bakımından yarışabilecek tek devrimci ayağa kalkış budur. Ancak, her ne kadar Gezi 1908 devrimci sürecine nispetle çok daha kısa sürmüş olsa da, halk kitlelerinin kendiliğinden aktifliği bakımından Gezi isyanı çok daha canlı idi.

İkinci burjuva devrimi, yani cumhuriyetin kurulması ve hilafetin ilgası ile sonuçlanan Millî Mücadele, halk sınıflarının bağımsız faaliyetini dışlayan, hatta bastıran bir hareket olarak gelişmişti. Kitlesiz bir devrimdi. Yarattığı değişim son derecede radikaldi ama halk kitlelerini o köklü değişikliklerin öznesi haline getirmemişti.

15-16 Haziran olaylarının özü Türkiye’de proleter devrimleri çağının açılışı olarak ifade edilebilir.[6] 150 bin civarında işçi, yalnızca İstanbul’u değil, Gebze’den İzmit’e kadar uzanan bütün sanayi havzasını polisle ve jandarmayla çatışarak ele geçiriyordu. Bu dönemde Türkiye’de iyi örgütlenmiş bir devrimci parti olsaydı, bu ayaklanmayı başarılı bir proleter devrimine ulaştırabileceğini söylemek hiç de abartı sayılmamalı. Bu olay, ülkenin tarihinde kapitalist düzene en kitlesel meydan okuma idi, ama ayaklanmanın bir ölçüde erken doğum olma özelliği tek bir bölgenin ötesine taşmasını engellemişti.

Kürt halkının son kırk yıldır adım adım kitleselleşen bir özgürlük hareketi yarattığı biliniyor. Ancak hareketin ulusal karakteri, olayın kitleselliğinin esas olarak Kürt bölgeleriyle sınırlı kalmasına yol açıyor. Yine de özellikle 1990’lı yılların köy boşaltma operasyonlarından başlayarak hızlanan göç hareketleri, Türkiye’nin metropollerinin de bu mücadeleden payını almasını getirmiş bulunuyor.

Öyleyse, yeri göğü sarsan bir kitle hareketi olarak Gezi halk isyanı ülkenin tarihinde kendine özgü ayrıcalıklı bir yer tutuyor.


[1] Karl Marx, Fransız Üçlemesi, çev. Erkin Özalp, İstanbul: Yordam Kitap, 2022. s. 152-153.

[2] Sungur Savran, “Burjuva Sosyalizminin Düşman Kardeşleri: Liberal Sol ve Ulusal Sol”, Devrimci Marksizm, sayı 2, Kasım 2006.

[3] Burada “aşk hikâyesi” ile, kitlelerin o ülkede, İşçi Partisi (PT) adını taşıyan sol partiye ve önderi Lula’ya uzun süredir duydukları güven kastediliyordu.

[4] Sungur Savran ve Erol Ülker, “Historicizing the Gezi Protests”, Esra Özyürek vd. (der.) Authoritarianism and Resistance in Turkey, Cham: Springer International Publishers, 2018, s. 33-41.

[5] Bkz. özellikle Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, Cilt 1, 5. Basım, İstanbul: Yordam Kitap, 2022.

[6] Sungur Savran, “15-16 Haziran: Türkiye’de Proleter Devrimleri Çağının Açılışı”, Devrimci Marksizm, sayı 43, Yaz 2020.