You are here

Devrimci Marksizm 55

Devrimci Marksizm 55

Bu sayı

Bu sayı

 Devrimci Marksizm’in 55. sayısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına girişinin hemen arifesinde okurlarıyla buluşuyor. Yeni sayımızın yayına hazırlandığı sırada cumhuriyetin ilk yüzyılı da, “ikinci yüzyılı” da çeşitli mecralarda bol bol tartışılmakta. Elinizdeki sayı, bu tartışmalara Marksizmin perspektifinden katkı sunmayı amaçlıyor.

 “İlelebet payidâr kalacağı” düşünülen cumhuriyetin ilk yüzyılı, burjuvazinin egemenliğini  sıklıkla Takrir-i Sükûn türü yasal düzenlemelerle, darbelerle, faili meçhullerle tahkim ettiği bir yüzyıldı. Ama isyanlar, ayaklanmalar, devrimci girişimler de gördü. Son on yılına ise kitlelerin yurt sathında sokağa çıktıkları bir isyanla, Gezi isyanı ile girildi. Ardından açılım hülyalarıyla uyutulduğu düşünülen Kürt halkının serhildanı ve sanayinin kalbinde, türlü mekanizmalarla burjuvazi için tehdit olmaktan çıktığı düşünülen metal işçilerinin yarattığı büyük metal işçisi isyanı (namıdiğer metal fırtına) bunu izledi. Aynı on yıla türlü zaaflarla giren sosyalist solun önderlik edemediği, dahası CHP’nin dümen suyuna girerek seçim sandığına muhtaç kıldığı kitleler yavaş yavaş geri çekilirken, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında inisiyatif burjuvaziye geçti. Kurulan yarı-askerî rejim, toplumun ısınan mekanizmalarının üzerine su dökmeye çalışırken, iktisadî alanda baş gösteren türbülansa karşı da büyük maliyetleri olan bir seçim ekonomisi ile günü kurtarmaya çalıştı.100. yıl, baş döndüren bir enflasyon, müteahhit dostu / halk düşmanı imar politikaları ve içi boşaltılmış afet kurumlarının yetersizliği nedeniyle yüz binlerce insanın yaşamını yitirdiği bir deprem ile açıldı. Kendi bekası için kitleleri yaşam pahalılığı altında inim inim inleten istibdad rejiminin, sosyalistler ve Kürt hareketince de desteklenen rakip burjuva kampı karşısında galip gelerek iktidarı elinde tutmaya devam etmesine izin veren bir seçimle devam etti. Cumhuriyet yüz yaşını, yarattığı en önemli mevzi olan laikliğin, halka sormaya dahi gerek duymadan, bir kısmı CHP sayesinde meclise girmiş olan 400’ü aşkın gerici vekil tarafından ortadan kaldırılabileceği bir meclisle kutlayacak. Bir başka övünme konusu olan “hukukun üstünlüğünün” ne durumda olduğunu görmek için memleketin en yüksek yargı organı olan Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına rağmen her hafta eylem hakkı gasp edilip gözaltına alınan Cumartesi Anneleri’ne, sendikada örgütlenmek isteyip işten atılan, hakkını aradığı için devletin şiddetine maruz kalan işçilere bakmak yeterli.

 Cumhuriyetin kuruluşu, kitlelerin her türlü bağımsız eylemini bastırmaya çalışan bir kitlesiz devrimin sonucu idi. Millî İktisat politikalarıyla, Teşvik-i Sanayi türü devlet destekleriyle, Varlık Vergisi türü sermaye gasp ve transferleri ve daha birçok uygulama ile palazlandırılan burjuvazi bugün, yüzyıl geride bırakılırken yine masanın tepsiye en yakın yerinde oturuyor. Emekçi halk enflasyon karşısında ezilirken, bankalar son 1,5 yılı 750 milyar lira kârla kapatıyor. Para babalarına Kur Korumalı Mevduat denen sistemle Merkez Bankası ve Hazine’den yüz milyarlarca lira aktarılmış bulunuluyor. Patronların ülke dışındaki off-shore hesaplarında 500 milyar dolar serveti olduğu bizzat eski Merkez Bankası başkanı tarafından ifade edilmişti.

 “İkinci yüzyılın” nasıl başlayacağı da aşağı yukarı belli. Mart ayındaki yerel seçimler emekçi halka karşı uygulanacak kapsamlı bir saldırıyı şimdilik engellese de, İstibdad rejiminin hazırladığı Orta Vadeli Program vasıtasıyla, önemli bir hedefin işçi sınıfının en önemli tarihî kazanımlarından kıdem tazminatı olacağı anlaşıldı. Bunu Mart 2024 yerel seçimleri sonrasında uygulanacak kemer sıkma politikaları ve artan işsizliğin izleyeceği neredeyse kesin.

 Tüm bu saldırıların karşısında, metal işçilerinin sendikaları ile MESS arasında imzalanacak yeni sözleşmenin zamanı geldi çattı. Önümüzdeki aylar bu anlamda çok önemli. Metal işçileri MESS’i titretir, olası grev yasaklarını geçtiğimiz aylarda yaptıkları gibi çöpe atar, yanlarına sınıfın diğer  sektörlerinin örgütlü-örgütsüz işçilerini, kamu emekçilerini, son dönemde ciddi bir potansiyele sahip olduklarını gösteren özel okul öğretmenleri gibi kesimleri ve meslek örgütlerinde örgütlü katmanları alırlarsa, ve bu rüzgar siyaset alanında da burjuva kamplarından bağımsız bir odağın kurulabilmesine vesile olursa, işçilerin-emekçilerin cumhuriyetine giden yolda, umulmadık bir anda dev bir adım atılabilir. Bu dönemi, burjuva muhalefetinin burjuva başkan adaylarının etrafında kümelenerek geçirmek ise bir intihar olur.

 Cumhuriyetin yüz yıllık bilançosu, bu sayımızın dosya konusunu oluşturuyor. Dosyanın ilk yazısında Sungur Savran, 1923’te kurulan cumhuriyetin 100. yıldönümünde baştan aşağı sorgulanmasının nedenleri düşünülürken cumhuriyetin kuruluş tarzına toz kondurmayan yaklaşımın artık terk edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Ona göre mükemmel bir cumhuriyet birdenbire mavi gökte şimşek çakar gibi krize düşmüş değildir. Cumhuriyetin doğum lekelerinden bazıları zamanla belirginleşmiş ve tarihî koşulların değişmesiyle birlikte bu devlet yapısının karşısına sorunlar olarak çıkmıştır. Savran üç önemli faktör üzerinde duruyor. Birincisi, köylülüğün, 1918-1923 devrimi esnasında burjuvazinin temsilcilerince aktif devrim güçlerinin dışına atılması sonucunda sosyal devrime de sırt çevirmesi, en azından kayıtsız kalması, daha da öte bazı dönüşümlere karşı tavır almasıdır. Cumhuriyet köylülüğü kendisi yitirmiştir. İkincisi, Millî Mücadele sırasında 1921 Anayasası’nın yerinden yönetime öncelik veren yapısı ile özgül konumu tanınmış olan Kürt halkına cumhuriyet kurulur kurulmaz sırt dönülmesi, mücadelelerine ise zalimane yaklaşılmasıdır. Kürt halkının, en ilericisinden en gericisine birbirine taban tabana karşıt siyasi hareketlerinin değişik biçimlerde cumhuriyetin bugünkü yapısına karşı tavır geliştirmesi bu bağlamda ele alınmalıdır. Üçüncüsü ise Kemalizmin “muasır medeniyet” şiarı altındaki Batı taklitçiliğinin, kendisine özgü nedenlerle zaten büyük ölçüde cumhuriyet düşmanı olan İslamcı harekete güç kazandırması, emekçi sınıfları ondan yana itmesidir. Savran, cumhuriyetin kendisini içine soktuğu bu güç duruma ancak kendini diyalektik olarak aşarak çözüm bulabileceği sonucuna ulaşmaktadır. Bu çelişkiler ancak, proletaryanın bu topraklarda kök salan, yerli ama enternasyonalist bir komünist önderliğin bayrağı altında, diğer ezilenleri kendi etrafında toplamasıyla üst bir sentezde giderilebilecektir.

 Dosyanın ikinci yazısında Alp Yücel Kaya, Türkiye’deki burjuva devriminin gelişimini inceliyor.  Bu devrimin ilk aşamasının 1908, nihaî aşamasının ise 1923 olduğunu savunmakla birlikte, devrimin daha da uzun döneme yayılan, 18. yüzyılın sonundan itibaren kapitalizmin gelişim sürecinde ortaya çıkan sınıf mücadelelerinin bir ürünü olduğunu ortaya koyuyor. Makalede bu mücadelelerin ana duraklarını ele alarak, 1908 ve 1923 burjuva devrimlerinin gelişimini tartışıyor. Türkiye’de burjuva devrimi sorunu, 1908 ve 1923 devrimleri üzerine oldukça yetkin incelemeleri içeren çalışmalar (Hikmet Kıvılcımlı ve Sungur Savran) olduğunu kabul eden yazar yazısında onlardan farklı olarak burjuvazinin gelişimine, sınıf içi ve sınıflar arası çatışmalara ve özellikle bu çatışmaların ortaya koyduğu hukuki düzenlemelere daha fazla dikkat kesiliyor, bir başka deyişle burjuva devriminin gelişimini burjuva hukukunun gelişimi üzerinden tartışıyor. Burjuva hukukunun gelişimine odaklanmanın sınıflar arası mücadeleler kadar burjuva sınıfı içi mücadeleleri de ortaya koyma olanağı sağlayacağını ileri sürerek, Türkiye’nin uzun burjuva devrimine dair farklı bir perspektif geliştirmeyi hedefliyor.

 Bilanço dosyasının bir sonraki yazısında Abdullah Köktürk, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iktisadî alandaki varlığında yaşanan genişleme ile siyaset alanındaki mevcudiyetini yan yana koyuyor. Türkiye İş Bankası’nın 1924’teki kuruluşuna kadar götürdüğü ordu-sermaye ilişkisinin 1961 sonrasında OYAK’ın kurulması ile askerlerin toplu olarak sermaye sahibi olması sonucunda önemli bir nitelik değişmesi yaşadığına dikkat çeken yazar, önce 12 Mart, ardından da 12 Eylül sonrasında işçi sınıfının baskılanmasının askerlerin eliyle gerçekleştiğini vurguluyor. Köktürk, 2000’li yıların ikinci yarısından itibaren ise güçlü siyasî iktidar karşısında ordunun siyasette etkinliğini yitirdiğini, bunun sonucunda önümüzdeki dönemde ordunun ekonomik etkinliğine siyasetin, OYAK’ın yönetim kurulunun belirlenmesi gibi biçimlerdeki müdahalesinin artarak devam edeceğini, bu durumun ise ordunun sermaye sahibi olarak elde ettiği konumu etkilemeyeceğini belirtiyor.

 Bir sonraki yazı ise Özgür Öztürk’e ait. Yazar, AKP döneminin bir tür ekonomik bilançosunu çıkarıyor. AKP’li yılların aslında 12 Eylül’ün bir devamı gibi görülmesi gerektiğini belirttikten sonra, önce Türkiye’nin dünya kapitalist iş bölümü içindeki konumunu ana hatlarıyla inceliyor, ardından da bu konumun bir sonucu olarak AKP döneminde üretim, bölüşüm ve tüketim alanlarında yaşanan gelişmeleri değerlendiriyor. Öztürk’e göre AKP’nin ilk on yılında yabancı sermaye girişleri ve cari açık sayesinde belirli bir “refah etkisi” görüntüsü yaratılmıştır. Fakat 2008 yılında başlayan Üçüncü Büyük Depresyon’un bir sonucu olarak, ikinci on yılda dış kaynak girişlerinin yavaşlaması nedeniyle, üretim sürekli artmasına rağmen millî gelir azalmıştır. Bu süreçte bölüşüm ilişkileri belirgin biçimde işçi sınıfı aleyhine dönmüştür. Günümüzde Türkiye’de halkın çok büyük bir kesimi ancak gıda, konut ve ulaşım gibi en temel tüketim ihtiyaçlarını karşılayabilir durumdadır. Öztürk, bu durumun değişmesinin ancak işçi sınıfı mücadelesi ve (bunun bir parçası olarak) Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi içindeki konumunun sorgulanması ile olanaklı olacağını vurgulamaktadır.

 

Dosyanın son yazısında Emre Bayır Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihinde bir doruğu temsil eden 15-16 Haziran işçi ayaklanmasını değerlendiriyor.Bayır başlangıç noktası olarak Zafer Aydın tarafından kaleme alınan ve ciddi bir emek ürünü olan İşçilerin Haziranı / 15-16 Haziran 1970 başlığıyla yayımlanan kitabı alıyor. Ama kitabı değerlendirmenin ötesine geçerek 15-16 Haziran’ı tarihsel olarak yerine yerleştirmeye girişiyor. Bayır’a göre bu olay tüm Cumhuriyet tarihinin en önemli ve belirleyici olaylarından biridir. - Zira Türkiye işçi sınıfının bu ayaklanması, Türkiye’de proleter devrimleri çağının açılışını ilan etmiştir. Cumhuriyetin 100 yılını sınıf mücadeleleri olmaksızın tartışmak olanaklı değildir.

 55. sayımızda ayrıca Cumhuriyetin Bilançosu dosyası dışında, Özdeniz Pektaş’ın Domenico Losurdo’nun liberal ideolojinin soykütüğünü çıkaran Liberalizmin Karşı Tarihi başlıklı çalışmasını incelediği yazısı yer alıyor. Pektaş’a göre, Losurdo’nun bu kitabı, burjuvazinin, aklı ve devleti/siyaseti kendi tekeline alarak emekçileri bunlardan büsbütün mahrum bırakmayı ve onları tabi halde tutmayı düstur edindiğini, doğrudan liberal düşünürlerin, politikacıların, sermayedarların ve köle sahiplerinin kendi fikirleri üzerinden, sayısız örnekle berrak bir şekilde ortaya koyuyor.  Okurlarımız son dönemde gittikçe daha çok dikkat çeken, birkaç yıl önce yitirdiğimiz İtalyan teorisyen Domenico Losurdo’nun bir başka kitabı olan Tarihten Kaçış: Günümüzde Rus ve Çin Devrimleri’nin Burak Gürel tarafından yazılmış eleştirel bir değerlendirmesini (“Stalinizm ile Kapitalizm Arasında Köprü Kuran bir Düşünür: Domenico Losurdo”) dergimizin Kış-İlkbahar 2021 tarihli 45-46. çift sayısında okuyabilir.

 Yeni sayılarda ve yeni mücadelelerde buluşmak dileğiyle.