You are here

Devrimci Marksizm 53-54

Bu sayı

Devrimci Marksizm’in 53-54. çift sayısı 2023’ün ilk yarısına damga vuran iki büyük toplumsal olayın, Şubat depremleri ile Mayıs seçimlerinin ardından okuyucuyla buluşuyor. 51-52. çift sayımızda çeşitli boyutlarını bir dosya ile ele almış olduğumuz 6 ve 20 Şubat 2023 depremleri sonucunda, gerçeğin ancak bir kısmını gösteren resmî verilere göre dahi 50 bin civarında insanımız öldü, yüz binlercesi yaralandı. Fakat sadece binalar çökmedi. Aynı zamanda, tepeden tırnağa dek yozlaşmış, çürümüş bir sistem de yerle bir oldu. Her ne kadar sermaye sınıfının temsilcileri sorumluluğu birbirlerinin üzerine yıkmaya veya “asrın felaketi” gibi söylemlerle zaten bu ölçekte bir depreme karşı hiçbir şey yapılamayacağını öne sürmeye çalışsalar da, merkezî iktidarıyla, belediyesiyle, rüşvetçi bürokratlarıyla, hırsız müteahhitleriyle bir bütün olarak Türkiye kapitalizminin yarattığı ve tamamen sorumlusu olduğu bir yıkım gerçekleşti.

Bir yanda ölüm var, bu gayet açık. Peki diğer yanda? Anımsanacağı üzere, Mart ayı başında Altılı Masa bünyesinde yaşanan siyasî depremde Meral Akşener, Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı adaylığına “ölümle sıtma arasında bir tercihe zorlandık” sözleriyle itiraz etmişti. Oysa kendisi arada kalmış değildi, açıkça “sıtma” seçeneğinin bir parçasıydı. Üstelik, deyimin aslının da “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” biçiminde olduğunu unutmayalım. Bu anlamda, Türkiye burjuvazisinin geleneksel hâkim kanadının kitlelere ölümü gösterip, sıtmaya razı etmeyi umduğu, ama başaramadığı söylenebilir.

Mayıs ayında yapılan seçimlerin öncesinde, Yeniden Refah Partisi ve Hüda Par gibi insanın kanını donduran ölçüdeki gericiliklerini gizlemeye bile çalışmayan ya­pıların katılımıyla güçlenmeye çalışan AKP-MHP ittifakı, artık açıkça faşist veya tekfirci niteliğe bürünmeye aday bir siyasî rejim inşa etme tehdidini ortaya koymuş oluyordu. Örneğin, deprem dolayısıyla iktidarın uygulamalarına muhalefet edeni “not aldığı”nı, seçimden sonra da herkese “hak ettiği şekilde” davranacağını ilan etmişti.

Karşısındaki başlıca rakip olan Millet İttifakı ise her alanda sermayeye dost, işçilere düşman “ortodoks” politikaları uygulayacakları bir restorasyon hüküme­ti kuracağını ortaya koydu. Sıtmanın nasıl bir seçenek oluşturduğunu iyi görmek gerekir. Solda birçokları, savunulan bu alternatifi, sosyalist hareketin en azından yarım yüzyıldır artık sıradanlaşmış seçim politikası olan CHP’ye destek politika­sıyla özdeşleştirdi. Oysa o politika zaten yeterince kötü iken, günümüzde “sıtma” seçeneği çok daha büyük bir bataklığa işaret ediyordu. Bunun için Kılıçdaroğlu’nun kamuoyuna tanıttığı yedi kişilik cumhurbaşkanı yardımcısı listesindeki isimlerin tarihine bakmak yeter: Bunların üçü köktendinci Millî Görüş-AKP geleneğinden, ikisi düpedüz faşist gelenekten geliyor, biri Adnan Menderes varisi. İmamoğlu ise Akşener’in kıskançça sahip çıkabildiği bir siyasi şahsiyet. Bunların geçmişte yap­tıkları, gelecekte yapacaklarının teminatıydı kuşkusuz. Dahası, bu kadro, 2010’lı yıllardaki stratejik çizgisiyle Kılıçdaroğlu da dahil olmak üzere Tayyip Erdoğan’ın iktidarına son vermek yerine onunla anlaşmaya son derece yatkındı. Nitekim, Mil­let İttifakı seçimlerden önce, istibdad rejiminin gayrimeşru ve yasalara aykırı da­yatmalarıyla bir sopalı seçim yapıyor olmasını pek sorun etmemiş durumdaydı. Erdoğan’ın adaylığının Anayasa’ya aykırılığı ve istibdadın hazırladığı yeni seçim kanununun yine Anayasa’ya aykırı biçimde dayatılması karşısında CHP merkezli burjuva muhalefeti kulağının üzerine yattı.

Ama belki bundan da önemlisi, Cumhur İttifakı’nın karşısına dikilen muhalefet cephesi, burjuva niteliğinden dolayı, memleketi kasıp kavuran iktisadî meseleleri odağına almamaya yemin etmişti. Böylelikle memleket nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi halk ile bir avuç sömürücü arasında giderek derinleşen sınıfsal çatışmayı daha da ısıtmamayı amaçlamaktaydı. Açıktır ki, Millet İttifakı için işçi sınıfının bir hamle yaparak ayağa kalkmasındansa, Erdoğan liderliğinde yeni bir dönem bunlar için ehvendi. İşin daha da kötüsü, Türkiye sosyalist hareketinin, bir iki istisna dışında burjuva muhalefetinin bu çizgisine hapsolması oldu.

Bu sayımız, Levent Dölek’in seçimin sınıfsal analizini yapan yazısıyla açılıyor. Yazı seçim sonuçlarının bir değerlendirmesinden öteye geçiyor ve seçimlerden hareket ederek Türkiye’deki siyasî saflaşmanın sınıfsal temellerini ortaya koyuyor, bunu yaparken az önce ifade ettiğimiz büyük çelişkiye işaret ediyor: “Emekçi halk için esas yakıcı ve belirleyici mesele olan ekonomi, seçim döneminin tabir uygun düşerse en az reytingli konusu olmuştur”. Bu durumun açıklaması, burjuvazinin birbiriyle çatışan kamplarının işçi sınıfına karşı uzlaşmasında hatta birleşmesinde yatıyor. Yazıda işçi sınıfının temsilcisi olması gereken sosyalistlerin de bu kervana katılması ve sınıfsal gündemlerden en az burjuva partileri kadar uzak durması da sosyalist hareketin büyük kısmını kapsayan küçük burjuva sınıf karakteriyle açıklanıyor. Levent Dölek’in sınıfsal analizi Kılıçdaroğlu’na destek vermemenin Erdoğan’a yarayacağına dair yaygın efsaneyi yıkıyor ve aslında tam tersine Kılıçdaroğlu’na yani burjuvazinin TÜSİAD kanadına destek vermenin Erdoğan’ın seçimi kazanmasına yaradığını (sopalı seçimlerin sineye çekilmesi dahil) kanıtlarıyla ortaya koyuyor.

Seçim dosyasının ikinci yazısında Sungur Savran hem Kılıçdaroğlu ve CHP’nin bu seçimlerdeki stratejisini hem de cumhurbaşkanı seçiminde Kılıçdaroğlu’nu destekleyen sosyalistlerin yönelişini ağır şekilde eleştiriyor. Kılıçdaroğlu’nun AKP ve MHP artıklarıyla kurduğu ilişkinin toptan ters teptiğini, bu yüzden Türkiye’nin daha da gericileştiğini, ayrıca Erdoğan’ın oldubittilerini kabul ederek istibdada direnilemeyeceğini vurguluyor. Savran Millet İttifakı’nı “Bataklıkta inşa edilmiş bir muhalefet ittifakı” başlığıyla yerli yerine oturtuyor. Sosyalistlere gelince CHP destekçiliğinin bu seçime özgü olmadığını hatırlatarak Türkiye solunun 1971 devrimci atılımından sonra bir kez daha Menşevikleştiğinin altını çiziyor. Yazar özel olarak bu seçimi kendi parti çıkarları açısından tam bir sıçrama tahtası yapmaya yönelen Türkiye İşçi Partisi’ne, Birinci ve İkinci TİP deneyimlerine sahip çıkması ışığında Behice Boran’ın 1977 seçimlerindeki tutumu ile şimdiki partinin 2023 seçimlerindeki politikası arasındaki karşıtlığı hatırlatıyor. Savran, şimdi seçim politikaları iflas edince Devrimci İşçi Partisi’nin seçim politikasını sanki sadece “Kılıçdaroğlu’na oy yok” üzerine kurulmuş gibi püskürtmeye çalışanlara da DİP’in seçimden neredeyse bir yıl önce sosyalistlerin ortak bir cumhurbaşkanı adayıyla sosyalizmi halkın karşısında yeni bir seçenek olarak sunmasını önermiş olduğunu hatırlatıyor.

Seçimler öncesinde burjuva muhalefetinin halkı ölümle sıtma arasında tercihe zorladığını söyledik. Peki, bu ikisi dışında bir seçenek yok mu? Bunun yanıtını da depremde gördük. Türkiye işçi sınıfı, istisnasız her kesimiyle, Türk-Kürt, Sünni- Alevi, kadın-erkek, genç-yaşlı demeden, örnek bir dayanışma ve insanlık sergiledi. Başka bir dünyayı kuracak güce ve kapasiteye sahip olduğunu bir kez daha ka­nıtladı. AFAD günlerce ortada görünmezken enkaz altındaki insanları kurtaran ve depremzedelerin hayatını bir nebze olsun iyileştirecek faaliyetleri yapan madenci­lerdi, itfaiyecilerdi, inşaat işçileriydi, belediye çalışanlarıydı, bir büyük sınıfın, işçi sınıfının mensuplarıydı. İşçi sınıfı, deprem bölgesinde, kapitalist piyasa sistemini büyük bir doğallıkla ve hiçbir tereddüt yaşamadan ilga etti. Bir önceki (51-52.) sayımızda Levent Dölek’in yazısına koyduğu başlıkla, bir “deprem komünizmi” oluşturdu: herkesin gücü ve yeteneği ölçüsünde verdiği, herkesin ihtiyacına göre aldığı, tek kuruş paraya gerek duyulmayan bir yeni düzen. Ne kadar yetersiz ve birçok bakımdan nüve halinde olsa da, geleceğin tohumları burada yatıyor. Deprem anında satış yapıp makbuz kesen Kızılay gibi kurumlarda değil. Bu büyük felakette bir kez daha ortaya çıkan dayanışma ruhu, birçok insana on yıl önce bu topraklarda yaşanan muhteşem isyanı, Gezi’yi hatırlattı. O zaman da normalde birbirine karşıt kabul edilen “kimlikler”e sahip insanlar omuz omuza mücadele vermiş, fırsat bul­duklarında da piyasa denilen ucube sistemi askıya almışlardı.

Bu büyük halk isyanını onuncu yıl dönümünde iki yazıyla ele alıyoruz. Biri o dönemde, olayların sıcağı içinde yapılmış bir tahlil, diğeri ise bugün, aradan on yıl geçtikten sonra Gezi’yi her yönüyle, tüm artı ve eksileriyle, “ihtişamı ve sefaleti” içinde değerlendiren bir yazı.

Sungur Savran, “Gezi halk isyanı” olarak adlandırdığı ve bu toprakların 20. yüzyıl başından itibaren yaşadığı çeşitli toplumsal başkaldırı ve devrimler arasında kitlesellik ve coğrafi yaygınlık bakımından özel bir yer tutan, yaklaşık üç ay sürdüğünü belirttiği halk hareketi ile Gezi Parkı’nda yaşanan 15 günlük çadır kent deneyiminin birçok bakımdan farklı özellikler taşıdığını iddia ediyor. Savran Gezi halk isyanının ve onu izleyen diğer isyanlar dalgasının Türkiye emekçi ve ezilenleri için büyük fırsatlar yarattığını ama Kürt hareketi de dâhil solun bu fırsatları değerlendiremediğini ileri sürüyor. Gezi’nin sınıf karakteri konusunda da ayrıntılı bir tartışmaya giriyor. Yazarın esas amacı, sosyalistlerin Gezi isyanından geleceğin isyan ve devrimlerinde başarılı olmak için çıkarması gereken dersler üzerinde durmak.

Levent Dölek’in, daha önce 19. sayımızda (Sonbahar-Kış 2013-2014) yayın­ladığımız “İhanete Uğrayan İsyan” başlıklı yazısı, Gezi Parkı’nın boşaltıldığı 15 Haziran tarihine kadar sendika ve sol partilerin politikasını irdeliyor. Olayların sıcaklığı içinde yazılmış bu yazının doğruluğu sonradan açıkça ortaya çıkmıştır. Kitle hareketinde en ufak bir gerilemenin görülmediği bir aşamada, daha önce ileri sürülmüş taleplerin bir tekinin bile henüz kabul edilmediği bir aşamada Gezi’nin boşaltılması kararını verenler, tarih önünde bu davranışlarını zor açıklayacaklardır. Dölek, bu ihaneti adım adım izliyor, bütün somut ayrıntılarıyla ortaya koyuyor.

Bizim için Gezi, aynı zamanda, Gezi’den çok kısa süre önce kaybettiğimiz, bu büyük isyanı göremeden aramızdan ayrılan yoldaşımız Nail Satlıgan’ı anma vesilesidir. Ölümünün 10. yılında Nail Satlıgan’ı iki yazıyla anıyoruz. Dosyanın ilk yazısında Sungur Savran daha önce çoğu bu dergide olmak üzere yazmış olduğu yazılardan farklı olarak bu kez Nail Satlıgan’ın teorik ve politik alanlardaki katkılarını, çalışmalarını, başarılarını değil, onun Türkiye solu içindeki yerini konu ediniyor. Savran’a göre Satlıgan’ın mirası bazı yönlerden çekiştiriliyor, kısmen tahrifata uğruyor. Yazar esas olarak, ölümünden sonra tersi söylense de Satlıgan’ın solun politik yelpazesinde devrimci Marksist alanda konumlandığını ortaya koymaya yöneliyor. Ayrıca Nail Satlıgan’ın Marx’ın kapitalizm teorisi konusundaki kavrayışı üzerinde de duruyor.

E. Ahmet Tonak’ın çabaları sonucunda ortaya çıkan ikinci yazı ise Nail Satlıgan’ın Kapital çevirisi ve ilişkili konular hakkında katıldığı bir atölye çalışmasının video kaydından yapılan alıntılardan oluşuyor. Nail Satlıgan burada, Türkiye’de ve dünyada başta Kapital olmak üzere Marksist klasiklerin çevirilerinde karşılaşılan çeşitli sorunlardan bahsediyor. Bununla birlikte, dar anlamda çeviri ve terminoloji sorunları gibi görünen meselelerin aslında bilimsel ve politik bir önem taşıdığını da gösteriyor. Nail Satlıgan yoldaşımızın her zamanki bilgeliği ile bezenmiş bu seçme parçaların okurlarımız tarafından ilgiyle karşılanacağı kanaatindeyiz.

Dosya dışı yazılarımızın ilki Hasan Refik’e ait ve kent yoksullarının geçtiğimiz Haziran ayının sonlarında Fransa’yı sarsan isyanını konu alıyor. Yazı önce isya­nın bağlamına odaklanıyor ve Fransa’da bir yandan faşizmin bir yandan işçi sını­fının atılımlarıyla geçen son yılları analiz ediyor. Yazarın bu durumdan çıkardığı sonuç, Fransa’nın belki de bütün Avrupa’nın siyasi çehresini değiştirebilecek ama hangi tarafın galebe çalacağını kestirmenin çok güç olduğu bir kırılma noktasına ulaştığı. Bu genel bağlamdan sonra yazı barikatın karşı tarafını tartışarak işe başlı­yor. Fransız devleti içindeki çatlakların bu isyan ile daha da belirginleştiğine işaret eden Refik, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un özellikle polis aygıtının kontrolünü kaybetmemek için bir hegemonya mücadelesi içinde olduğunu göste­riyor. Düşmanın analizi, devlet içindeki çelişkilerden sonra Fransız faşizminin geli­şimine dair bir tartışma ile devam ediyor. Fransa’da yaşananları başta İtalya olmak üzere diğer örneklerle birlikte ele alan yazar, son isyanda Fransız “baltacılarının” ortaya çıkması üzerinde duruyor. Ön-faşist partilerle el ele büyüyen faşist örgütlerin gelişimini ele alan Hasan Refik, bu iki kuvvet arasındaki sıkıntılı ittifakın önümüz­deki dönem faşizmin gelişimini belirleyebilecek unsurlardan biri olduğu sonucu­na varıyor. Yazının son kısmı ise Fransız solunun isyan sırasındaki performansının bilançosuna ayrılmış. Jean-Luc Mélenchon’un istisnai rolüne dikkat çeken yazar, özellikle devrimci Marksist gelenekten gelen Fransız örgütlerinin 2005 isyanından bu yana geçen 18 yılı ziyan ettiğine dikkat çekiyor.

İkinci dosya dışı yazımızda Alp Yücel Kaya “1940’larda Fontamara: ‘Ne Yapmalı?’” başlıklı yazısında cumhuriyet tarihinin tartışmalı bir konusunu, Köy Enstitüleri’ni ele alıyor. Bunu yaparken zengin Köy Enstitüleri literatüründen farklı bir okuma öneriyor, bunun için de Enstitüler ve İsmail Hakkı Tonguç’a yönelik solculuk/komünizm suçlama ve soruşturmalarının temel kaynağı olan Ignazio Silone’nin Fontamara romanından yola çıkıyor. İlk önce iki Dünya Savaşı arası dönemde İtalya ve Türkiye’deki kırsal hayattaki üretim ilişkilerini, yaşanan yoksulluk ve sefaleti tartışıyor, sonra Türkiye’deki siyasette hâkim olma mücadelesi veren iki akımın (aydınlanmacı-demokrat ve tutucu-milliyetçi akımlar) yarattığı atmosferi değerlendiriyor. Bu çerçevede Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun toplumsal temeldeki çatışma ve sarsıntıları yansıtan, çoğu kez literatürde ifade edildiği gibi yukarıdan aşağıya değil aşağıdan gelerek yukarıyı zorlayan bir süreç olarak kavranması gerektiğini vurguluyor.

Dergimizin bu sayısında Töre Sivrioğlu ve Rahimullah Farzam’ın, Birinci Dünya Savaşı ertesinde yaşanan Gilan Sovyeti deneyimi ve bunun İran Komünist Partisi ile olan ilişkisi üzerine, daha önce İran Araştırmaları Dergisi’nde yayınlanmış olan önemli bir yazısına yer veriyoruz. Yazarlar, İran solunda da önemli bir tartışma konusu olan ve dönemin Macaristan ve Almanya Devrimleri kadar önemli olduğu dahi ileri sürülen Gilan Sovyeti deneyiminin Sovyetler tarafından terk edildiği için yenildiği iddiasını ele aldıkları çalışmalarında önce 20. yüzyıl başları İran’ının iktisadî ve siyasî durumunu ele alıyor, ardından Bolşeviklerle Gilan Sovyeti kadroları ve İran Komünist Partisi arasındaki münasebetlere odaklanıyor, İran’ın o dönem Sovyetler’in “devrim ihracında” bulunduğu Türkistan ve Başkurdistan’dan çok daha farklı bir konumda olduğunu belirterek, İran gibi büyük bir ülkede Gilan gibi küçük bir bölgeye dayanılarak ya da salt Sovyet desteği ile devrim yapılamayacağı sonucuna ulaşıyorlar. Dahası, yazarlara göre Sovyet’in önderi Küçük Han’ın kendisinin de Tahran’a yürümek ve İran genelinde bir devrime önderlik etmek gibi bir amacının olup olmadığı da tartışmalı bir konu olarak değerlendiriliyor ve yazarlarca toprak sahibi sınıfların tedirginliği ve etnik ayrımlardan doğan karşılıklı güvensizlikler, Gilan Sovyeti’nin yenilgisinin temel iki nedeni olarak gösteriliyor.

Geçerken, Devrimci Marksizm Yayın Kurulu olarak, Sivrioğlu ve Farzam’ın bu makalesinde Lenin’in Doğu toplumlarına dair stratejisini aktardıkları pasajlardaki bilgilerin, Lenin’in Ekim devriminden çıkardığı dersler ışığında yoksul ülkelerde demokratik devrimlerin sosyalist devrimlere dönüşmesinin bütünüyle olanaklı, hatta gerekli olduğuna dair görüşlerinin ışığında incelenmesi ve tartışılması gerektiği kanısındayız. Ancak bundan daha önemli bir husus, elbette, metnin devrimci Marksist militanlar açısından bugünkü anlamıdır. Çalışmanın, tüm devrimci Marksist militanlar için, geçtiğimiz aylarda kalp atışlarını ve sloganlarını 10

tekrar duyduğumuz İran halkının geçmişteki başkaldırıları ile ilgili önemli bilgiler içerdiğini vurgulamak istiyoruz. Okurlarımıza, Gilan Sovyeti sorununun bu ayrıntıda olmasa bile Devrimci Marksizm sayfalarında daha önce de Burak Gürel (sayı 3) ve Burak Sayım (sayı 45-46) tarafından ele alınmış olduğunu da hatırlatmak isteriz. Komünist hareketin tarihyazımının tartışmalı yanları daima dikkatle incelenmelidir. Bir sonraki sayımızda buluşmak ümidiyle…