You are here

12 Eylül: Burjuvazinin birleşik cephesi

Bugün Türkiye tarihinin gidişatını değiştiren, sınıf mücadelelerindeki güç dengelerini altüst eden 12 Eylül 1980 askerî darbesinin 43. yıldönümü. Çoğu insan 12 Eylül’ü esas olarak “asker”in siyasi hayata müdahalesi ve kendi anlayışını dayatması olarak görüyor. Oysa 12 Eylül, Türkiye’nin büyük burjuvazisinin işçi sınıfına orduyu kullanarak yaptığı çok bilinçli bir taarruzdur. Darbenin 43. yılı vesilesiyle yoldaşımız Sungur Savran’ın Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri kitabının Yordam Kitap tarafından bu yıl içinde yayınlanacak ikinci cildinden kısa bir pasaj yayınlıyoruz. Baş aktörler Turgut Özal ve Vehbi Koç. 12 Eylül’ün sınıf karakterini daha iyi anlatacak iki şahsiyet zor bulunur.

Bölüm 10

PROLETARYANIN GÜCÜNÜN PARÇALANMASI

Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri’nin ilk cildinde 1960-1980 döneminin, başka toplumsal katman ve güçlerin yanı sıra, proletaryanın sınıf mücadelesinde eşi görülmemiş bir yükselişe sahne olduğunu vurgulamıştık. Bu cildin birinci kısmında hem bir hatırlatma olarak, hem 12 Eylül askerî darbesinin dinamiklerini iyi kavramak amacıyla hem de 1980 sonrası gelişmelerin ana aktörlerini okura daha yakından tanıtmak üzere bu yükselişin çeşitli boyutlarını ayrıntılı olarak inceledik.

Ulaştığımız sonuçlar aslında birkaç cümlede kolaylıkla özetlenebilir. Türkiye’nin 1980’de yaşadığı dönüm noktası, burjuvazinin, bu sınıf mücadelelerini silahlı kuvvetleri devreye sokarak kazanmış olduğunu ifade eder. Burjuvazi açısından amaç bu yükselişi ezmek ve uzun süre bir daha böyle bir mücadele dalgasının doğmasını engelleyecek yapıların kurulmasını sağlamaktır. 15-16 Haziran ayaklanması burjuvaziye Türkiye tarihinde ilk kez proletarya devriminin soluğunun alevini hissettirmiştir. Bunun tekrarlanmaması için 12 Eylül, 15-16 Haziran’ın intikamı olarak tarih sahnesine çıkmıştır.

Şimdi bize düşen, 12 Eylül cuntasının darbenin ardında yatan bu temel amacı, yani işçi sınıfını burjuvazi adına sulta altına alacak bir yeni politik-sendikal-ideolojik düzeni yerleştirme amacını gerçekleştirmek için neler yapmış olduğunu ortaya koymaktır. 12 Eylül’den bu yana geçen 40 küsur yıllık dönemde yaşanan hiçbir, tekrarlıyoruz hiçbir gelişme, bu büyük karşı-devrimci yeniden düzenlemeden bağımsız olarak anlaşılamaz. Buna AKP istibdad döneminin bütünü de dâhildir.

Ordu-burjuvazi ilişkisi

Ama bu konuya girmeden önce birçok insanın aklına gelen bir soruyu yanıtlayalım: Cuntanın yaptığı bu yeniden düzenlemede burjuvazinin payı olduğu nasıl bilinebilir? Başka bir şekilde sorarsak, 12 Eylül askerî diktatörlüğünde cunta-komuta kademesi-Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile burjuvazi, özellikle tekelci finans kapital arasındaki ilişki nasıl kurulmuştu?

Bu soruya bütünsel bir cevap vermek için sadece bu konuya ayrılmış uzun bir makale ya da hatta bir başka kitap gerekir. Bunun nedeni, sorunun derhal, genel olarak sınıflı toplumlarda, özel olarak da kapitalist üretim tarzında siyasi iktidar ile hâkim sınıflar arasındaki ilişkinin genel karakterini gündeme getirmesi, bu iki aktörü birbirine bağlayan yapısal ve olumsal bağların üzerinde durulmasını gerektirmesidir. Bu genel incelemeyi, iktidarın burjuvazinin olağan politikacılarından askerlere veya burjuva kadroların tamamen dışından gelmiş birtakım önderlere (Napolyon Bonapart, Louis Bonaparte, Mussolini, Hitler ve benzerleri) devri halinde aynı soruya (siyasi iktidar ile hâkim sınıflar arasındaki ilişkiye dair soruya) bir de bu düzeyde yanıt vermek gerekliliği doğar. Üstelik, yukarıda 12 Eylül’ün bir devlet biçimi, bir siyasi rejim olarak nasıl nitelendirilmesi gerektiğine ilişkin tartışmamız çerçevesinde gördüğümüz gibi (Bölüm 9), böyle durumlarda faşizm, Bonapartizm, askerî diktatörlük gibi farklı karakter taşıyan rejimler söz konusu olabileceğine göre bir üçüncü düzeyde bunu ve nihayet ele aldığımız somut toplumda, 12 Eylül Türkiye’sinde, siyasi iktidar ile hâkim sınıflar arasındaki ilişkilerin somut olarak nasıl kurulmuş olduğunu veriler temelinde tartışmak gerekir.

Ne var ki, buradaki tartışmamız açısından biz şanslıyız. Devlet, siyasi iktidar ve hâkim sınıflar arasındaki ilişkileri soyuttan somuta doğru gelerek ayrıntılı olarak tartışmamıza ihtiyaç yok. Zira Bölüm 9’da 12 Eylül’ün bir askerî diktatörlük olduğunu, üstelik ordunun içinden bir özel grubun, mesela alt kademe subayların, özel olarak bu amaçla kurulmuş bir cuntanın (27 Mayıs bu türdendi, birden fazla odağı olan bir alt kademe subaylar cuntası söz konusuydu) darbesinden farklı olarak bunun emir komuta zinciri içerisinde yapılmış bir Genelkurmay darbesi olarak burjuvaziye en yakın darbe/cunta tipi olduğunu görmüştük. Hatta böyle askerî diktatörlüklerin burjuva devletinin olağan bir uzantısı olduğunu, sadece organlar arasındaki ilişki tarzını değiştirdiğini ortaya koymuştuk. O zaman sorun bir bakıma burjuva devleti ile hâkim sınıflar arasındaki genel ilişkiye en yakın durumundadır. Devletin hâkim sınıfların devleti olduğuna dair genel Marksist teorik temel reddedilmeden 12 Eylül cuntasının ana politik hattının burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yürütülmüş olduğu yadsınamaz.

Ama okurlarımız arasında yine de burjuvazinin ana aktörlerinin cuntanın politik hattını onaylayıp onaylamadığı konusunda kaygı hissetmeye devam edenler olabileceğini göz önüne alarak, birtakım somut gelişmelerden de söz edelim.

Bir kere, bir bakıma başka hiçbir kanıta ihtiyaç bırakmayan bir olguyu asla unutmamak gerekir: Turgut Özal cuntanın kendi elleriyle tayin ettiği hükümette iki numaradır. Bir numara bir emekli amiraldir elbette. Askerî bir cunta, ülkenin yönetimini doğrudan üzerine almışken, yani ülkeyi (mesela 12 Mart’ta olduğu gibi) perde arkasından değil açıktan yönetirken, bütün sorumluluğu üstlenmişken, hükümetle ilişkisini kolay kolay bir sivile teslim edemezdi. Ama Turgut Özal Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak iki numaradır. Şu soruyu herkesin kendi kendine sorması gerekir: Haydi cunta ekonominin yeni piyasacı, dünya pazarıyla bütünleşmeye yönelik, kısacası (o dönemde henüz oturmuş terminolojinin bir parçası olmayan ama bugün anlamı hemen kavranana nitelemeyle) neoliberal bir raya oturtulmasına bir süredir yapılmakta olan tartışmalar dolayısıyla ikna olmuştur. Özal’ın da (en azından) “24 Ocak Kararları” olarak bilinen hükümet belgesinin arkasındaki başbakanlık danışmanı olduğu bilinmektedir. Peki, neden sadece “Ekonomi Bakanı” değil de aynı zamanda “Başbakan Yardımcısı”?

Üstelik Turgut Özal herhangi biri değildir. Her ülkede bazı şahsiyetler vardır ki, kendileri kapitalist sınıfın asli bir mensubu olmamakla birlikte burjuvazinin organik bir parçası gibi görülür. Turgut Özal Türkiye burjuvazisi için böyle biridir. 1960’lı yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı görevine bu kuruluşta görev almış solcu kadrolara karşı panzehir olarak getirilmiştir. Ardından bir süre boyunca Dünya Bankası’nda görev yapmıştır. 1979 sonunda Süleyman Demirel’in başbakan danışmanı olarak atanmadan önce MESS’in (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) genel sekreterliğini yürütmektedir ve bu görevine devam etmiştir. MESS Türkiye’nin en güçlü ve en azılı işkolu işveren örgütüdür. Kısacası Özal burjuvazinin organik bir önderidir. TSK’nın ona sadece ekonomi alanında yetki değil başbakan yardımcılığı vermekle hem emperyalist dünyaya hem de yerli hâkim sınıfa ben sizden yanayım, yönetimi sizinle paylaşıyorum dediğini görmemek körlük olur.

İkincisi, Türkiye burjuvazisinin gerçek “duayeni”, o dönemde yaşayan en kıdemli finans kapitalisti Koç Holding yöneticisi Vehbi Koç’un darbenin yapılmasından sadece 20 gün sonra cunta başı Kenan Evren’e yazdığı ünlü mektup burjuvazinin askerî rejime karşı tutumunu ikirciksiz biçimde ortaya koyar. Önce Vehbi Koç’un 1973-1980 dönemini nasıl gördüğüne ilişkin çok semptomatik bir cümleyi okuyalım: “O hale gelinmiştir ki, öğretmen öğrencisinden, amir memurundan, anne ve baba çocuğundan, fabrika müdürü işçisinden korkar olmuştur.”

Mektubun tamamı Türkiye burjuvazisinin DNA’sını okumak bakımından son derecede önemli noktalar içerir. Biz burada 12 Eylül rejimine yapılan bazı tavsiyelere ya da yazılış tarzı göz önüne alınınca talimat kalemlerine bakalım. Koç’un kanun ve nizamın tesisi konusunda yazdığı 3 no.lu madde, 12 Eylül’ün yukarıda, daha önceki bölümlerde teşhir etmiş olduğumuz zulmüne nasıl çanak tuttuğunu açıkça göstermektedir:

3. İki yıl boyunca 5200 vatandaşın anarşi yüzünden canını kaybetmiş olması ve memlekete büyük miktarda silah ve cephane sokulmuş bulunması, vaziyetin ciddiyetini, vahametini göstermektedir. Bu durumda; anarşi, bölücülük ve kaçakçılıkla ilgili kanunlar, öncelikle ele alınmalıdır. Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar, bir an önce çıkarılmalıdır.

İşçi sınıfına ilişkin politika talimatı ise bunun hemen ardından 4. maddenin konusunu oluşturur:

4. Şimdi; “Faşist ordu iktidara geldi, kapitalistlerle birleşerek, Türk işçisini istismar ediyor” propagandası yapılmaktadır. Böyle bir iftira karşısında, işçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar dikkatle incelenerek, taraflar için adilane bir şekilde ve asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bu düzenleme yapılırken, bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. Diğer taraftan, DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler, sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar, bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek, hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.

Burada son derecede nüanslı bir yaklaşım olduğu, okurun gözünden kaçmamalıdır. Koç, hem Türk-İş tabanını, hem DİSK’in sendikasız kalmış olan tabanını, hem de DİSK’in örgütsel gerçekliğini göz önünde tutuyor bunları yazarken. İlk iki cümle, özellikle ikincisi, Türk-İş’in ve tabanındaki işçilerin yabancılaştırılmaması konusunda çok açık bir uyarıdır. İkinci cümlenin “dikkatle”, “taraflar için adilane” ve “asgari hata ile” ibareleri sadece retorik olarak kullanılmamıştır. Yani propaganda amaçlı değildir. İşçilerin var olan haklarının bir kısmının en azından görünürde devam etmesi, riskli yönler budanmakla birlikte mesela 1960 öncesi tipte yasaklara geri dönülmemesi uyarısı ikinci cümlenin özünü oluşturuyor. Zira Koç, Türk-İş’i ve işçisini DİSK’in yanına itmekten korkmaktadır.

Bir kez bu ifade edildikten sonra Koç DİSK’e hücumu başlatır. “Türk devleti’ni ve ekonomisini yıkmak” kadar ağır bir suçu vardır “bazı sendikaların”. Ancak, Koç yeniden uyarıda bulunur: DİSK tabanı “bekleyiş” içindedir, militan sendikacılar bunları “tahrik” edecekler, diğer sendikalara da “sızarak” taktik avantaj arayacaklardır. Bekleyiş içindeki işçileri (yani DİSK’in tabanını) Türk-İş tabanı gibi himaye altına almayı içeren bu bakış açısı, “militan sendikacılar”ı her şeye müstahak gördüğünü hissettirmektedir. Koç, DİSK’e karşı tedbir alın diye uyarıyor cuntayı.

Vehbi Koç işin siyasi boyutunu da ihmal etmiyor. 10. ve sonuncu madde Türkiye’de solun ezilmesini talep etmek için yazılmıştır:

10. Doğu Berlin’de kurulan Türk Komünist Partisi [aslında böyle], memleketi dışarıdan ve içeriden yıkmak için son yıllarda çok şeyler yapmıştır ve hala da yapmaya devam etmektedir. 12 Eylül Harekâtı’nın ilk günlerinde sinmiş gözüken solcular, aldıkları emirlerle şimdi yeniden harekete geçmişler, bomba atmışlar, pankart asmışlar, polislerimizi şehit etmeye, vatandaşlarımızı öldürmeye devam etmişlerdir.

 

Koç kışkırtıyor. Burada da yine “memleketi yıkma” suçlaması yapılıyor ve münferit birtakım eylemler sanki “anarşi” devam ediyormuş gibi gösteriliyor. Önerisi ise tam anlamıyla histerik bir sayıklama biçimini almıştır:

…Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır. Bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri muhakkak engellenmelidir.[1]

Bütün bu tavsiye ve talimatta burjuvazinin “duayeni” Koç’un 12 Eylül rejiminin daha sonra izleyeceği (daha 20 gün olmuştur, darbe yapılalı) politikanın özüyle tamamen hemfikir olduğu berrak olarak görülmüyor mu?

Burjuvazinin temsilcileri ile cuntanın ve görevlendirdiği unsurların arasında kurulan somut bağlara ilişkin birçok başka delil de mevcuttur ama hiçbiri bu iki delil kadar kesin ve ağırlıklı olamaz. 12 Eylül cuntası, 1970’li yılların sonlarında AP ile CHP’nin koalisyon kurarak duruma hâkim olması ve burjuvazinin talep ettiği ekonomi politikasını uygulamaya koyması konusunda burjuvazide yaygın olan özlemin partiler sisteminin dışında, askerî yöntemlerle gerçekleşmesini temsil eder. 12 Eylül, büyük burjuvazinin birleşik cephesinin iktidarıdır.

  

[1] Vehbi Koç’un mektubu parça bölük olarak sayısız kaynakta bulunabilir. Tam metni kendi sitesinde yayınlayan dostumuz Abdullah Köktürk büyük bir hizmet yapmıştır. Zira Koç’un ifadeleri zaman zaman çarpıtılmaktadır. Bkz. https://aynahaber.org/yazarlar/abdullah-kokturk/vehbi-koc-un-mektubu/183/.